18 Kasım 2008 Salı

“O benim kollarım ve bacaklarım...”

Kadın ayrıcalıklı bir varlıktır sanki. Yumuşaklığı, şefkati, analık duygusunu, özveriyi, sadakati ve güzelliği içinde barındırır; ama sevdiğinin, çocuğunun, ailesinin kılına bir zarar geldiğinde de kaplan kesilecek kadar cesaretli, hırçın ve gözü pektir kadın. Evde, evi çekip çeviren, yemek pişiren, çocuğa bakan; işte, patronuyla dişe diş verilen emirleri yerine getiren; sokakta ise, laf atılan bir varlıktır kadın.

Zıtlıklar ülkesi olan Rusya’da kadın olmak da bazıları için dünyanın en güzel ve en rahat olgusu iken; bazıları için en büyük zorlukları aşmayı gerektiren, emek isteyen, meşakkatli bir olgudur, kadın olmak. Sokaklardaki karları temizleyen; rayından çıkmış troleybüsleri büyük bir güçle rayına sokmaya çalışan; üç-beş kuruş kazanmak için evinde yapmış olduğu turşuları sokaklarda satan kadınlar ya da belki istemeden seçtiği; ama hayatta kalabilmek uğruna -25 derecelerde ara sokaklarda bir arabanın farları karşısında kendisini beğendirmek zorunda olan kadınlar.

Kadının yeri ve önemi yatsınamaz bu ülkede. Belki de o yüzden Rusya’da, resmi bir bayram niteliğinde kutlanıyor 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Belki de bu şekilde kendilerini affettirebiliyor ve gereken önemi verebiliyorlar kadınlarına.

8 Mart’ın resmi bir bayram olmasının ve bu kadar önem teşkil etmesinin bazı tarihsel nedenleri de yok değil. Bunlardan biri Kishlansky, Geary ve O Brien’ın “Civilization in the West” adlı kitaplarında belirttikleri gibi 8 Mart 1917 tarihinde (Rus Takvimine göre 23 Şubat günü) 700’ü aşkın kadın işçi, süre giden savaşa ve mahkum edildikleri yoksulluğa karşı Çar II. Nikola’nın tahttan indirilmesi için işlerini bırakarak greve başlamış olmaları ve sürdürülen eylemin dördüncü gününde Çar’ın zorla tahttan indirilmiş olmasıdır. Bu eylemlere katılanlar arasında Aleksandra Kollantai, Inessa Armand ve Nadejda Krupskaya (Lenin’in Eşi) da bulunmaktadır. Petrograd’da Şubat Devrimini ateşleyen 8 Mart gösterileri bize Rus kadınının Rusya’nın geleceğinde ne kadar önemli bir rol oynadığını kanıtlar niteliktedir. Bir diğer tarihsel açıklama ise; Çarlık döneminde 8 Mart’ta kutlanan ve Çariçelere atfedilmiş bir gün olan “Purim Bayramı”dır. Komünist düzende Çarlık dönemine ait tüm bayramlar kaldırılıp yerlerine başka bayramların kabul edilmesiyle birlikte 8 Mart Günü’nde kutlanan Purim Bayramı Klara Tsetkin’in önerisiyle Uluslarası Sosyalist Kadınlar Günü olarak kabul edilmiş ve 1966 yılında Brejnev hükümeti döneminde de 8 Mart, Rusya’da resmi tatil olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Nedeni ne olursa olsun 8 Mart’ın Rusya için, Rus kadınları için ayrı bir önem taşıdığı aşikardır. Onlar, Rusya’yı ayakta tutan kollar, bacaklardır sanki. Aynı Rus’ların çok sevdiği ünlü ozanımız Nazım Hikmet’in söylediği gibi:

“Kimi der ki kadın,uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın,
yeşil bir harman yerinde
dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.Kimi der ki ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.Kimi der ki hamur yoğuran. Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal. O benim kollarım, bacaklarım. Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır.”

“Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla”

“Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla”
Sadece bir güne sığar mı sevgililer, sadece bir günle sevgi anlatılabilir mi, sadece bir günde vermek istediklerini verebilir misin sevdiğine? Bunların hepsi bahane, bu dünyada yalnız olmadığını birbaşına yaşamadığını bilmek önemli olan.

Novodeviçi Parkını bir ayrı sevmişimdir hep. Baharın sıcaklığıyla çiçeklenen dalların sudaki yansımasını, yazla beraber coşan yeşil ağaçları ve yavaş yavaş kahverengi paltosunu giyen dalları izlemek bana ayrı bir mutluluk vermiştir. Şimdi de bembeyaz örtüsüyle tüm sevenleri kucaklıyor; nehir üstünde paten yapanları, çocuklarını gezdiren aileleri ve buzun üstünde sevgilerinin vermiş olduğu sıcaklıkla sarmaş dolaş gezen sevgilileri kucaklıyor. Parkın güzelliğine kendimi kaptırmışken önüme iki tane güvercin konuverdi. Diğerinden daha irice ve daha koyu renkli olan, kendisini şişirerek garip sesler çıkartıyor ve daha ufak tefek olanın önü sıra giderek onu sıkıştırmaya çalışıyordu. Belli ki aşık olmuştu ve kendisini aşık etmek için kur yapıyordu. Kendisini kabarttıkça kabartıyor, herkesin aşık olduğunu anlamasını istercesine sesini yükselttikçe yükseltiyordu. Dişi olansa kendisini ağırdan satacak ya, hafif hafif yükselip sekiyor, az biraz ilerde yine sevgilisinin ona kur yapmasını bekliyordu. Onlara dalıp gitmişken “Я Тебя люблю Ксеня-Seni Seviyorum Ksenya” diyen bir ses, sessizliği delip geçti. Elinde üç tane kırmızı gülle; güzelliğinden oldukça emin, ağır ve edalı adımlarla yürüyen 15-16 yaşlarındaki bir genç kızın peşinden koşan bir Rus delikanlısının sevgisini haykırışı parktaki herkesi birden onlara kilitlemişti sanki. Affedilmeyi ya da aşkının kabul edilmesini bekleyen bu Rus delikanlısının haykırışı herkesi büyülemiş ve neler olucağını öğrenmek için park ahalisi sabırsızlıkla güzeller güzeli genç kızın cevabını bekliyordu. Herkes onları izleye dursun benim gözlerim, soğuktan yanakları kıpkırmızı kesilmiş, altlarındaki bezden dolayı badi badi yürüyen ve bize sevginin en masum, en güzel halini gösteren iki ufaklığa takıldı. Annelerinin boş ittiği pusetlerinin önü sıra elele tutuşmuş, kendi boylarındaki karlara bata çıka yürümeye çalışan; ama düşmemek için de birbirlerinin ellerini sıkıca kavramış iki ufaklığa. İşte o anda hiçbir canlının bu koca dünyada yalnız yaşayamayacağına; bir dost eline, bir sevgilinin dokunuşuna, bir güzel sevgi sözcüğüne ne kadar çok ihticayı olduğunu daha iyi anladım. Ve kulaklarımda Can Yücel’in şu dizeleri çınladı:

“Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla. Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla. Saat tıkırtısıyla...
Korkmam, geçinip gideriz biz mutluluğuyla, Ama;
‘Günün aydın, akşamın iyi olsun’diyen
Biri olmalı Bir telefon sesi çalmalı arasıra da olsa kulağımda.
Yoksa, zor degil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya, Ama;
‘Çaya kaç şeker alırsın?’Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...”

Bu benim ayıbım mı, düzenin mi?...

Yaşlanmak; belki de hepimizin çekindiği, korktuğu bir gerçeklik. Aynı doğmak ve büyümek gibi, o da hayatın ta kendisi. Ama asıl önemli olan yaşlandığında nasıl, nerde, kimlerle olacağın. Nasıl bir yaşlılığın seni beklediğini bilememek en büyük soru işareti belki de bu. Tüm gençlik yıllarımız boyunca bunun için çalışırız, işten elimizi eteğimizi çekme yaşımız geldiğinde rahat bir şekilde yaşamamızı sağlayacak olanaklara sahip olabilmek için. Peki ya bunu yapmak isteyip de yapamayanlar...

İnce, naif bir ses, Ayça Çalımer’le mi görüşüyorum diyor. “Ben konser biletlerinizi getirecek olan kuriyerim, kaçta evde olursunuz?” diye sözlerine devam ediyor. Konuşmasının inceliğinden oldukça etkilenen; ama bir o kadar da şaşıran ben, ortalama bir saat söyleyerek telefonu kapatıyorum. Adresin tam anlaşılamaması üzerine iki defa daha aynı kişiyle telefonda konuştuktan sonra bu kişinin kuriyerlik işine yeni başlamış, oldukça çekingen bir genç kız olduğuna kanaat getiriyorum. Anlaştığımız saat ve yerde kuriyerimle buluşmak üzere yola koyulduğumda telefonun karşı tarafındaki sesin zarifliği yol boyunca benimle beraber geliyor. Buluşma noktasına geldiğimde gözümde canlandırdığım gibi bir genç kız yerine elinde konser bileti zarfıyla bekleyen belki görüntüsünden daha genç ama en az 70-75 yaşında gösteren bir “teyze” karşılıyor beni.

Soğuktan buz kesmiş ellerini eldivenlerinin içinden çıkartırken ki göstermiş olduğu özeni, zarfın içindeki biletleri bana uzatırken ve gerekli belgeleri imzalatırken de sürdürüyor. “Eller insanın aynasıdır” deyişi kulaklarımda yankılanıyor birden. Soğuktan, yaşlılıktan ve belki de en kötüsü hayatın zorluğundan buruşmuş bu eller, “ben bir zamanlar kaç tane erkeğin gönlünü çaldım, ne şiirler yazıldı benim için” der gibi, zarif, naif ve güzeldiler. Uzun süren çekingenliğimi atıp bu yaşlı hanımefendinin yüzüne bakmaya cesaret bulduğumda, gözlerindeki bakış beni karşısında daha da ezik bir hale getiriyor. Her şeye rağmen o güler yüzündeki sevecen yaklaşımıyla birden kendisinin torunuymuşum hissini veriyor bana; ama bununla beraber de gelen bir utangaçlık duygusunu. Düşünün bir kere bu yaştaki bir insan, torunu yaşındaki birinin ayağına kadar gidiyor ve onun o saatte gelme bu saatte gel şımarıklığını çekiyor! Büyük ayağına çağrılmaz, yaşlılara her zaman hürmet göstereceksin, onlara saygıda asla kusur etmeyeceksin ve daha bunun gibi nice sözlerle yetişen ben, anneannesi-babaannesi yaşındaki bir teyzeyi ayağına kadar çağırıp ona kuriyerlik yaptırıyor! Acaba gerçekten bu benim ayıbım mı, yoksa buna neden olan düzenin ayıbı mı?!

Gözlerine bakmaya cesaret bulduğum ilk anda, bakışlarındaki yumuşaklık ve sözlerindeki nezaketlikle, zarifliğiyle “insan ne oldum değil ne olacağım” deyişini bir kez daha bana hatırlatmış oluyot. Gençliğinde böyle bir yaşlılık hayal etmemişti belki de, bir zamanlar paraya para demezken bir gecede bütün varlığını kaybederek torunlarıyla sıcacık evinde oturup, ona hizmet edilmesini bekleyeceği yaşta o başka insanların ayağına hizmet götürmeye gideceğini düşünmemişti! Hangimiz böyle bir yaşlılık hayal ediyor ki...

Saygı Duyuyorum...

Moskova belki de en sıcak yazlarından birini yaşamaya hazırlanıyor, hatta yaşamaya başladı bile. Sokaklar, roller-blade’li ve bisikletli gençlerle dolup taşarken; parklar bahçeler de küreğini kovasını almış çocuk sesleriyle canlanıyorlar. Sadece çocuklar ve gençler mi; yedisinden yetmişine herkes rengarenk çiçeklerle bezenmiş parkların, bahçelerin ve daçalarının yolunu tutuyorlar. Akşam 11’lere kadar güneş ışığından faydalanabiliyor olmak da insanın içine ayrı bir mutluluk ve yaşama sevinci veriyor. İnsanın o parklardan bahçelerden çıkası gelmiyor.

Moskova; hemen hemen her bina kompleksinin arasında ağaçlıklı küçük yürüyüş yollarıyla, her mahallede irili ufaklı parkları ve bahçeleriyle, çocuk oyun alanlarıyla en çok yeşillik alana sahip büyük şehirlerin başında geliyordur sanırım. Bu parklardan bahçelerden bazıları oldukça bakımlı, bazıları ise kendi yağında kavrularak hayatlarına devam ediyorlar. Bakımsız olsalar da büyükşehrin keşmekeşliği içinde insana nefes aldırırken, doğayla başbaşa olabilmek için de imkan sunuyorlar. Bunlara en ilginç örneklerden biri belki de “Moscow City”nin gökdelenleriyle Mejdunarodnıy Otellerinin arasına sıkışmış oldukça büyük ama bakımsız bir bahçe olan Krasnaya Presnaya Bahçesi. Bahçe dediğime bakmayın siz, içinde yok yok! Çocuklar için şişme kaydıraklı oyun parkı mı isterseniz yoksa açık havada karting alanı mı? Hatta dönme dolap ve zincirli salıncaklar bile var; zincirleri paslanmış, boyaları dökülmüş, yanlarına kimse yaklaşmasa da. Ama var, önemli olan da bu sanırım. Zamanında yapılmış ve toplumun her kesiminden insanın rahatça kullanabilmesi sağlanmış. Şimdi de biraz elinden tutulmasını ve güzelleştirilmesini bekliyor.

Büyükşehirlerin kargaşalığı içinde insanlar çoğu zaman kendilerinden, sevdiklerinden uzaklaşıyorlar ve iş yaşantısının stresiyle beraber hayatın güzelliklerini yaşamayı unutuyorlar. İşte bu kocaman binaların aralarına sıkıştırılmış parklar, bahçeler hatta apartmanların önlerindeki küçücük ağaçlıklı yollar bile, insanların bir araya gelmesini ve doğanın güzelliklerini en yakından yaşamasını sağlayan yerler. İstanbul da Moskova gibi devamlı yapılanma içinde olan bir büyükşehir; ama kaç tanesinin önünde küçük de olsa bir yeşillik alanı, kaç tane mahallede çocuk parkı var? İşte o kocaman binaları dikerken oralarda yaşayacak insanların doğadan uzaklaşmasını engelleyen ve insana hayatın güzel yanlarını da gösteren bu düşünce yapısına saygı duyuyorum.

“Moda tekerrürden ibarettir”

Rusya’da “moda haftası” başladı. 1-8 Nisan tarihleri arasında ünlü markalar yeni kreasyonlarını sunmak için Moskova’dalar. Biz ilkbahar ve yaz için hazırlıklar yaparken, ünlü modacılar 2008 sonbahar-kış koleksiyonlarıyla moda severlerin karşısına çıkmaya hazırlanıyorlar. Artık moda deyince sadece kadınlar aklımıza gelmiyor. Günümüzde erkeklerin de çok büyük bir kısmı modayı yakından takip ediyor ve gelişen yeni trendlere ayak uydurmaya çalışıyor. Bunun yanında çocuklar bile ailelerinden moda olan markalaları isimleriyle istiyorlar. Kısaca moda, 7’den 70’e herkesi kıskacına almış durumda.

Moda ve moda olanı giymek bazı zamanlarda yakışanı giymekten bile öteye geçebiliyor. Hatırlıyorum da düşük belli pantolonlar ve etekler moda olduğunda “bu nasıl giyilir böyle, çok rahatsız, bana hiç yakışmadı” gibi cümleler herkesin ağzındaydı. Oysa şimdi sokakta düşük bel pantolon giymeyen kadın ya da erkek göremezsiniz. Hatta bu tarz pantolonlarda kantarın topuzunun kaçtığı zamanlar da olmuyor değil! Ama sanırım bu seneden itibaren artık bu şekilde nahoş görüntülerle daha az karşılaşacağız. Moda tekerrür ediyor ve on sene önceki pantolonlarda, eteklerde, montlarda “yüksek bel modası” yeniden “moda” oluyor.

Geçen seneden itibaren yeniden hayatımıza giren “yüksek bel modası” bu sene artık daha hızlı bir şekilde kendisini vitrinlerde gösteriyor ve alıcısını bekliyor. Her şeyde başı çekmesine alıştığımız gençler, bu yeni modaya biraz tedirgin yaklaşıyorlar. Denedikleri kot pantolanların kesimleri alışkın olduklarından oldukça farklı. Şu anda yaklaşık olarak 16-17 yaşlarında olan nesil, “düşük bel” modasıyla büyüdü. Giyim, hayat tarzları, hatta vücutları bile buna uygun olarak gelişti. Mağazalarda hepsinin ağzında “ama böyle de pantolon mu olur, kemeri bu kadar yukarı takamam ben vs...” gibi sözler duymak çok mümkün. Bakalım “düşük bel” nesli yüksek bele ne kadar zamanda alışabilecek?

Laf düşük belli kıyafetlerden açılmışken geçen gün duyduğum haberi de söylemeden geçmek istemiyorum. Hepimizin bildiği ideal kadın ölçüsü olan 90-60-90, düşük bel modası nedeniyle son beş sene içinde değişime uğrayarak 85-63-93 olmuş. Bu sonuçlar, modanın hayatımızda ne kadar etkin bir rol oynadığının da kanıtı sanırım. Aynı ünlü modacının dediği gibi: “Ne modayla yapabiliriz ne de modasız. Moda öyle kötüdür ki, onu her altı ayda bir değiştirmek zorunda kalırız”.

Metroda İncil okuyan kız

Moskova’da metroyla seyahat etmek, sizi buradaki gerçek hayatın içine atıveriyor. Halkın her türlü katmanını görme ve tanıma şansı elde edebiliyorsunuz. Metroyla yapılan bu kısacık seyahatlerde insanların farklılıkları daha bir su yüzüne çıkıyor.

Moskova’ya ayak bastığım ilk günlerde metroda yakaladığım şu kare bana o kadar çarpıcı geldi ki, aynısı Türkiye’de olsa acaba nasıl karşılanırdı demeden edemedim. Yeşil hatta ilerlerken metroya boyu posu yerinde, oldukça endamlı ve güzel bir bayan bindi. Üstünde bacaklarının uzunluğunu ve güzelliğini açıkça gözler önüne seren kısacık bir şort ve sırtı beline kadar açık oldukça iddialı bir bluz. Kulağında DJ’leri andıran kocaman bir kulaklık. Elinde ise, üstünde haç işareti bulunan bir İncil. Bilmem gözlerinizin önünde canlandırtabildim mi? Kıza benim kadar dikkatlice bakan benden başka biri daha yoktu kompartmanda. Kimse benim gibi şaşkın değildi. Herkes elindeki kitabını okuyor, böyle bir görüntüyü oldukça olağan karşılıyordu. Öncelikle elindekinin gerçekten İncil olup olmadığından emin olmak için dikkatlice kitabın üstünü okudum, yanıma oturup okumaya devam ettiğinde artık şüphem kalmamıştı. Ağzını oynatarak, dudaklarından hafifçe sesler dökülerek incilden ayetler okuyordu bu güzel bayan.

İşte bu olay, bizim ülkemizde yaşanan “dini sembol” tartışmalarıyla beraber düşünüldüğünde aslında biraz da yürek buruyor. Dış görünüş açık da, kapalı da olsa, bu tür hassas meselelerin insanın iç dünyasına ait olduğunu gözler önüne seriyor. Şekle bakarak hüküm vermenin yanlışlığını bir kez daha düşünmemizi sağlıyor.

İşte, bu nedenden ötürü

“Yolunuz Moskova’ya düşerse Kızıl Meydan’ın, Lenin Mozolesi’nin ve Bolşoy Tiyatrosu’nun yanısıra ‘ulusal gururumuz’ McDonald’s’ları da gezmeyi ihmal etmeyin. .... Hatta Moskova’daki McDonald’s’ların hamburgerleri diğer birçok Avrupa ülkesindekilerden daha lezzetli, fiyatlar da Avrupa’ya göre çok daha ucuz”.

Bu sözler, MosNews yazarlarından Lisa Voronskaya’ya ait. İlk okuduğumda doğru mu okuyorum acaba dedim. Sonrasında ise; bu söylediklerinde önemli ölçüde gerçeklik payının olduğunu düşündüm. Moskova’dan başka hangi yer, hangi restoran haftanın yedi günü, günün yirmi dört saati hınca hınç dolu?! Hangi Avrupa şehrinde bir McDonald’s bu kadar popüler? Fransa’da öğle saatleri dışında tek tük insan görebiliyorsun; İtalya’da o canım foccaccioları kim bırakıp da McDonald’s’ın şekerli ekmeklerini yer; Portekiz, İspanya vb...gibi nice yerlerde sinek avlıyor. Diyeceksiniz ki oradaki insanlar doyum noktasına ulaşmış, Rusya gibi seneler sonra bu lezzeti keşfetmemişler. Söylediğiniz de belki haklı olabilirsiniz; ama 15-16 sene de az buz bir zaman değil, ayrıca hafta sonlarını, tatil günlerini ve öğle saatlerini anlarım da yedi gün yirmi dört saat sıra beklemeden bir hamburger alamamayı ve yer bulamayıp pencere pervazında yemek yemeyi anlayamıyorum. Bence bunun arkasında başka bir motivasyon olmalı!

McDonald’s’ın Rusya’daki hedef kitlesi sadece gençler değil, yediden yetmişe herkes! Anneler, babaanneler-dedeler, çocuklar vs... McDonald’s restoranlarında orta yaşın üstü hanımlarla hatta “babuşkalarla” karşılaşmak o kadar doğal ki; hatta onlar da gençler gibi arkadaşlarıyla orada toplanıp sohbet edip hamburgerlerini mideye indiriyorlar. Stariy Arbat’taki McDonald’s’a ayrı ayrı seferlerde gittiğimde bir kaç defa özellikle orta yaş üstü hanımlarla ve annelerle sohbet etme şansım oldu. Hepsinin birleştiği iki önemli nokta var McDonald’s’ların Rusya’da bu kadar popüler olmasını sağlayan. Birincisi oldukça ucuz bir fiyata, ortalama 100 rubleye (5 YTL civarı) karnını çok iyi bir şekilde doyurabilme olanağı; ikincisi ise, yemeklerin çok sağlıklı olması.

İşte beni de düşündüren bu ikinci nokta! Bütün dünyada “fast food” çılgınlığının zararlarından; obezitenin nasıl hızlı bir şekilde arttığından, McDonald’s’ın memleketinde bile karbonhidrat ağırlıklı beslenmenin zararlarının anlaşılması üzerine beslenme piramidini ters düz ederek karbonhidrat tüketiminin en aza indirilmesi gerektiğini söyleyen yeni bir beslenme piramidi kabul edilmesine rağmen, nasıl oluyor da sağlığına bu kadar dikkat eden; kefir, tvorog gibi gıdaları buzdolabından eksik etmeyen, hatta saat 6’dan sonra bir şey yememeye özen gösteren Rus anneleri Mc Donald’s’lardaki hamburgerlerin, kızarmış patateslerin sağlıklı olduğunu düşünerek çocuklarına çekinmeden verebiliyor?!

İşte size cevap. Bunun üstüne başka bir şeye söylememe gerek yok! “Buradaki yemeklerin, hamburger, dondurma, kızarmış patates farketmez, sağlıklı şartlar altında ve belli kurallara bağlı hazırlandığını ve bizlere belli hijyen koşulları içinde ulaştığını biliyoruz, McDonald’s ismi bunu sağlıyor. Oysa bizim kendi “fast food” kiosklarımızda böyle bir durum yok, neyin nerede, nasıl, ne şekilde saklandığını ve hazırlandığını bilmiyoruz, o yüzden de sağlıklı bulmuyoruz. İşte bu nedenden ötürü çocuğuma içim rahat ederek burada yemek yedirebiliyorum”.

Bize de izlemek düştü!

Günlerden Pazar, dışarıda buz gibi bir ayaz var. Rüzgar insanın içine işliyor sanki; ama Lujniki’de iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık var. Kapıların önünde sıra olmuş insanlar, içeri girip Enrique Iglesias’ı görmek için sabırsızlanıyorlar. Evet, aylardır beklenen; sokaklarda devamlı posterlerini gördüğümüz, radyolarda bangır bangır reklamlarının yapıldığı Enrique Iglesias, 25 Kasım Pazar akşamı Lujniki’de konser verdi, ne konserdi ama...

Konser salonunda, dışarıdaki izdiham yoktu. Saat 19:00 olmuş, herkes yerine oturmuş, ışıklar karartılmıştı. Işıklar tamamen söndüğünde ise, sahnede bir DJ masası ve bir DJ belirdi birden. Enrique’nin gelmesi için çıldıran kalabalık bağırmaya ve deli gibi alkışlamaya başladı. Saat 19:30’u gösterdiğinde DJ performansı hala devam ediyordu, saatler 20:00’yi gösterdiğinde de! Sahnede ne bir hareket, ne bir açıklama vardı. Anna Kurnikova’nın anavatanına gelip de bunu yapabilir mi, Moskovalılar’ı bir buçuk saat boyunca hiçbir açıklama yapmadan bekletebilir mi ünlü şarkıcı!? Demek ki oluyormuş, Enrique Iglesias sahneye geldiğinde saatler tam 20:30’u gösteriyordu. Son albümü “Insomniac”taki en ünlü şarkısıyla başlayarak hızlı bir giriş yapmış ve seyircileri hemen havaya sokmayı başarmıştı. Gelen herkes de zaten bunun için gelmişti, kimsede bir buçuk saat bekletilmenin hesabını soran bir hava yoktu. Herkes eğlenmeye ve dans etmeye gelmişti oraya. Ama dört kişi için durum, bundan biraz daha fazlasıydı!

Sahnenin ön tarafı kırmızı halılar üzerinde sandalyelerde oturan VIP konuklara aitti. Sahnenin sol tarafında kalan kısım ise “fan zone” diye tabir edilen Enrique Iglesias’in hayranlarına ait bölümdü. Oranın fiyatları 3000 ile 5000 ruble (yaklaşık150-250 YTL) arasında değişiyordu. “Fan zone” da olup bu parayı veren gençlerden dördü için verdikleri bu para ve 25 Kasım akşamı hayatlarının en unutulmaz gecelerinden biri olmuştur şüphesiz! Konser hızını almış, bir buçuk saatlik gecikme çoktan unutulmuştu. Sıra orkestranın ve vokallerin tanıtılmasına gelmişti. Önce sahneye iki tane divan kondu, ardından baterist ve perküsyonist gelip oturdular ve tanıtım başladı. Ardındansa ispanyolca bir soru sordu ünlü şarkıcı ve “fan zone” dan bu soruyu cevaplayan iki genç kendilerini sahnede buldular. Enrique Iglesias, korumalarına verdiği emirle bu gençlerin sahneye çıkmalarına izin vermelerini sağladı. Sonra da bu iki arkadaşın beraber geldiği bir üçüncü kişi daha sahneye geldi. Belki en büyük hayallerinden biriydi Enrique Iglesias’ı görmek, onun elini tutmak, onu öpmek vs... bir hayranın hayal edebileceği sıradan şeyler. Ama sanmıyorum ki sahnede onunla beraber şarkı söylemeyi ve sanki arkadaşının evindeymişçesine divanda oturup votka tokuşturmayı hayal etsinler. Ama onlar bunu yaşadı. Onlar için, yaşadıkları heyecan kolay kolay unutulası bir duygu olmasa gerek. İstanbul’da da konser verdi Enrique Iglesias; ama ne votka seromonisi vardı ne de bayan bir hayranını sahneye çıkartıp en romantik şarkılarından birini ona sımsıkı sarılarak söylemek.

Şarkıların temposu biraz olsun düşmüş, daha romantik bir ortama girilmişti. Enrique Iglesias, yeniden “fan zone”a yöneldi, gözüne bir bayan hayranını kestirdi ve onu sahneye davet etti. 20’li yaşlarında olan bu genç kız sahneye davet edilenin kendisi olduğunu anlaması ve üzerindeki şoku atması biraz zaman alsa da zıplayarak sahneye çıktı, neler yaşayacağını bilmeden. Enrique Iglesias şarkısına başladığında o hala üstündeki heyecanı atmaya çalışıyordu, kendisine yönelmiş kameralar karşısında ne yapacağını bilmez haldeydi. Romantik parçanın en vurucu yerinde Enrique Iglesias’ın ona sarılması ve onu göğsüne yatırmasıyla dakikalardır tutmaya çalıştığı göz yaşları pınar olup aktı! Onun, gerçek olup olmadığını anlamak istercesine ona sımsıkı sarılıyordu. Bütün şarkıyı hayranının kollarında söyleyen Enrique Iglesias, müzik bitip ışıklar karardığında küçük bir öpücük kondurdu belki de hayranının yanağına!

Herkes eğlenmeye, dans etmeye gelmişti oraya; ama bu dört kişi belki de hayatlarında bir kez yaşayacakları ve unutamayacakları bir gece yaşamışlardı. Hayranı oldukları sanatçıyla aynı sahnede şarkı söylemiş, ona sarılmış, hatta onunla votka bile içmişti. Ne diyelim bize de izlemek düştü...

Dünyanın en zengin su rezervlerine sahip; ama…

22 Mart, aslında çoğumuz için pek de fazla önemi olan bir gün değil; doğum günü olanlar dışında! Ama 22 Mart, dünyamız için oldukça önemli bir gün, çünkü geçtiğimiz Cumartesi, Dünya Su Günü’ydü. Birleşmiş Milletler Asamblesi tarafından 1993 yılında başlatılan çalışmalarla ilk kez, dünya su rezervleri, içme suyu problemleri gibi konular uluslararası bir çerçevede ele alınmaya başlanıyor. Ve devletlerin belirli bir su politikası izleyerek uluslararası kuruluşlarla yapılacak ortak çalışmalarda rezervlerin en iyi şekilde korunması ve kullanılması amaçlanıyor. Hangi ülkelerin su rezervi açısından zengin, hangisinin daha fakir olduğunu göstermek amacıyla da her sene dünya su rezervleri haritası hazırlanarak, güncelleştiriliyor. Bu sene hazırlanan dünya su rezervleri haritasında da Afrika ülkeleri en kısıtlı suya sahip bölge olurken, Rusya toprakları en zengin su rezervlerine sahip olan alan olarak gösterilmiş.

Evet, belki de bir Türk olarak çok şanslı topraklarda yaşıyoruz; çünkü kendi ülkemizin toprakları susuzluğun eşiğinde. Her geçen sene de daha kötüye gidiyor, her geçen sene su rezervleri haritasında ülke topraklarımız renk skalasında sarıdan kırmızıya doğru renk değiştiriyor (haritada en zengin rezervlere sahip olan ülkeler yeşil, orta zenginliktekiler sarı ile gösterilirken en fakir ülkeler kırmızı ile gösterilmekte). Yazın Moskova’da sokaklar sularla yıkanırken, Türkiye’de ailelerimiz, komşularımız sular ziyan olmasın diye meyve-sebze yıkadıkları sularla çiçek suluyorlar, suları tedarikli kullanmaya çalışıyorlar. Ama hala bir nokta var ki Moskova’da yaşayan biz Türkler’den çok şanslılar.

Dünyanın en zengin su rezervlerine sahip bir ülkede yaşıyoruz; ama bir damacana (19 litre) suya 300 ruble (yaklaşık 15 YTL) veriyoruz. Bir de verdiğimiz bu paranın karşılığını alabilsek! Susuz kalmak istemiyorsanız, suyunuzun biteceğini mutlaka öngörmeli ve siparişinizi ona göre vermelisiniz; çünkü Türkiye’deki gibi telefonunuzdan en geç yarım saat içinde sucu kapınızda bitivermiyor burda. Tam bir gün öncesinden arayıp siparişinizi vermeli ve dağıtım şirketinin size vermiş olduğu zaman dilimi içinde, ki bu zaman dilimleri de en az üç saatlik bir süreyi kapsıyor, mutlaka evde olmalısınız, yoksa güzel bir azar bile işitebilirsiniz! Tabi bir de öyle bir tane damacana alamazsınız, sisteme girerken en az iki tane damacana satın almalı ve her seferinde de en az bu kadar sipariş vermelisiniz. Artık evinizde, mutfağınızda en az iki damacanaya güzel bir yer ayırmak sizin boynunuzun borcu!

Diyoruz ya hep, hizmet sektöründe Moskova’nın daha çok yol alması lazım diye, işte buna en güzel örnek. Ama olucak, oluyor da! Beş sene önce bu şekilde evlere su getiren şirketler mi vardı, 5 litrelik suları elimizde taşırdık. Bu hızla giderse, bir beş sene sonra ne olucak Moskova’da asıl önemlisi o!

Tezatlar Ülkesi’ne hoşgeldiniz!

Dans; hem sosyal eğlencelerin en estetik olanı, hem de estetik unsuru içeren eğlencelerin en sosyali. Dans; yalnızca yaşamın bir yansıması değil, aynı zamanda yaşamın kendisinin bir yorumu gibidir sanki. Dans etmek; bazıları için insanı hayata bağlayan bir tutku, bazıları için de utangaçlığın, çekingenliğin kendini gösterdiği en üst nokta. Sanırım ben bu birinci insan grubunun içine giriyorum. Hani “kapı gıcırdıtısına oynar” deyimi var ya, tam benlik! Ama öyle boş boş dans etmek değil; stiliyle, koreografisiyle, insana verdiği yaşama sevincinin bilincinde olarak dans etmek. Aslına bakarsanız Moskova, bunun için biçilmiş kaftan! Sanata verdiği önemle, yetiştirmiş olduğu sayısız ünlü balerin ve dansçılarıyla Moskova, dansı izlemeyi, öğrenmeyi, pratik etmeyi sevenler için bulunmaz bir yer! Ama bir de içine girdikten sonra görmeli...

Lindy Hop, 1920’lerin sonunda ABD’de ortaya çıkan ve jazz müziğinin swing döneminde, özellikle büyük orkestraların ortaya çıkmasıyla ortalığı kasıp kavuran bir dans türü. 1927 yılında Charles Lindbergh’in (Atlantik aşırı uçuşu ilk gerçekleştiren Amerikalı pilot)Atlas Okyanus’unu uçarak geçmesine ithafen “Lindy Hop” ismi verilen bu dans, tıpkı jazz da olduğu gibi köklerini Avrupa ve Afrika geleneklerinden alıyor. Sosyal olarak yapılan bu dans türünde gösteri amaçlı yapıldığında karakteristik olarak “aerials”lara yer veriliyor ( havada parende atmak, bayan partneri işaret parmağıyla havada çevirmek, bacak arasından atmak gibi...) Eminim 50’li-60’lı yılların gençleri hemen nasıl bir dans olduğunu anlamış ve hatırlamışlardır. Lindy Hop, Jitterburg ve Boogie-woogie danslarının tümünü kapsayan “Jive” 20’li yılların sonunda başlayıp 40’lı yılların sonuna kadar devam ettikten sonra yerini daha sıkça duyduğumuz “Rock’n Roll’a” bırakıyor.

İşte ben de bir swing ve rock’n roll delisi olarak Moskova’da bunu pratik edebileceğim, daha doğrusu sıfırdan, tekrardan her şeyiyle öğrenebileceğim bir dans okulu araştırmaya başladım. Araştırmalarımın sonucunda da işe, bu işin alfabesi olan Lindy Hop’la başlamam gerektiğini öğrendim. Sırayla; lindy hop, swing ve rock’n roll. Açıkçasını söylemek gerekirse çok da fazla bu konuyla ilgilenen dans okulu bulamadım. İnternetteki araşatırmalarımın sonucunda karşıma üç farklı okul çıktı; ancak sadece bunlardan bir tanesinin ingilizce tanıtımı da vardı. Hatta içeriğinde yapmış oldukları aktivitelerden fotoğraflar, ders programları-tarihleri geçmiş olsa bile- swing müziğinden örnekler vb... gibi birçok bilgiyle karşılaştım. Diğer ikisinin internet sayfası ise; tek ana sayfa şeklinde adres bilgileri, telefon numaraları ve swing dansıyla ilgili bir kaç fotoğraftan ibaretti; ancak telefon numaraları kullanım dışıydı. Elimde kalan tek seçeneği arayıp derslerin devam edip etmediğini, ücretini, ders programlarını öğrendikten sonra, eşimi de kandırarak beraber akşam saat 9’daki derse gitmek için yola koyulduk. Aldığım adres doğrultusunda ilerlerken Tsvetnoy Bulvar’da ara sokaklarda bir apartman dairesinde bulduk kendimizi. Kapıdaki gençlerden swing dans klubünün orası olup olmadığını teyit ettikten sonra içeri girdik. İçeri girer girmez kesif, ağır bir koku kapladı her yerimizi. Yürüdükçe, yaklaşan bu kokunun soyunma odasından geldiğini anladık. Soyunma odası dediğime bakmayın, toplasan 10 adımlık bir yer; aykkabılar gelişi güzel atılmış; paltolar sadece bir tane askılık olduğu için ve herkesin eşyasını alamadığı için yerlerde, çantalar ortalıkta. Kısaca tam bir kaos ve güzel kokular mekanı! Ayakta durabilmek ancak tek ayak üstünde mümkün! Paltolarımızı, çantalarımızın üzerine bırakıp içeri salona doğru ilerlemeye başladıkça bu sefer burnumuza soğan ve sarımsakla karışık kızartma kokuları gelmeye başlıyor; çünkü o sırada mutfağın yanından geçiyormuşuz. Mutfak tam evlere şenlik, şıp şıp akan musluk, paslanmış demir bir masa, yağ içinde bir ocak; ne isterseniz var. Neyse sonunda dansın yapıldığı alana geliyoruz. Pist diye adlandırabileceğim alanda, maksimum 20 m2lik bir yer, aşağı yukarı 25 kişi lindy hop dansının kaydırmalı ayak hareketlerini yapmaya çalışıyor. Tabi bunu yaparken öğrencilerin birbirini ezmesi kaçınılmaz! Dersin sonuna doğru yorulup oturmak istediğim koltuk ise, bana “dinlenmek yasak” dercesine oturur oturmaz beni yere atıyor; çünkü kırık ve içinden süngerleri dökülüyor. Ders bitiminde tuvalete gidip yüzümü yıkama isteğim, gördüğüm görüntü ve duyduğum koku karşısında böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemem gerektiğini söylüyor. Eşim hala akıllanmadın mı diyen bakışlarla, geçen senelerdeki buna benzer başka bir dans okulunda yaşadığım deneyimimi hatırlatıyor bana! Stariy Arbat’ta çok ünlü eski bir balerinin açmış olduğu bir dans okulu! Orasının burdan tek farkı bizim kalorifer dairesi diye adlandıracağımız, tavanından kalın ve kocaman boruların geçtiği yaklaşık 70 m2lik bir daire olması.

Uzun lafın kısası bir dans macerası daha tarihin tozlu sayfalarına kalkıyor; ama vazgeçmek yok! Burada beni asıl düşündüren nokta, Moskova gibi sanatın, dansın, balenin başkenti denebilecek bir şehirde, bu kadar talep olmasına rağmen, bu tür yerlerin nasıl bu şekilde bakımsız ve özensiz kalabiliyor olması. Tezatlıklar Moskova’da her yerde ve her şey de olduğu gibi burda da karşımızda. Ne diyebilirim ki, kelimenin tek anlamıyla tezatlar ülkesinde yaşıyoruz!

Bir varmış bir yokmuş...

Fazla değil bundan yaklaşık beş sene kadar önce, bütün caddelerde boy boy “billboard”lar, insanların ellerinde “handout”lar, televizyon ve gazetelerde gururlandırıcı haberler... “Türkiye’nin perakende devi, Migros, Rusya’daki ismiyle Ramstore, Himki yakınlarında kocaman bir ‘şehir’ kuruyor; ‘Ramstore City’ ”. Bu koca “şehrin” açılışı daha dün gibi. Ne kadar da gururlanmıştım o zaman, Moskova gibi bir pazarda bir Türk girişimi büyük bir saygınlığa erişmiş ve herkese ismini duyurmuş, istenirse ne kadar başarılı olabileceğini göstermişti.

Peki ya şimdi, sene 2008, Rusya’ya perakendeciliği, süper market mağazacılığı kavramını getiren “Ramstore”un ismi ve cismi yok oluyor! Ne değişti bu beş sene içinde, Moskova pazarı mı küçüldü, talep mi azaldı yoksa herkes Mersin’e giderken biz tersine mi gitmeye karar verdik?!

İçinde değilim, dışardan da gazel okumak istemiyorum; ama Rusya’da yaşayan bir Türk olarak, en basitinden bir tüketici olarak sormak istiyorum, ne değişti Ramstore için bu beş senede?! Bir kaç sene öncesine kadar farklı farklı bölgelerdeki “Universam”lar turuncu renge bürünerek, hepsinin tabelasına Ramstore’un ikonu olan kocaman yeşil kanguru konuvermişti.
Oysa şimdi, renk değiştiren bitkiler gibi Ramstore’un turuncu rengi kırmızıyla yer değiştirmeye başladı.

Geçen hafta sonu, biraz değişiklik olsun, yeni yerler görelim diye ilk defa Rublovskoye Şose üzerindeki “Evropark”a gittik; gitmeden önce de internetten adresine baktık. Evropark’ın internet sitesinde, içinde alışveriş merkezi olarak Ramstore olduğunu görünce ayrı bir sevindim; çünkü senelerdir kullanmaya alıştığımız ve olmazsa olmaz dediğimiz Tariş marka zeytinyağımız bitmek üzereydi. Ne zor bir durum tahmin edersiniz! Eee epey de büyük görünüyordu resmi, gitmişken salça ve zeytin de buluruz diye düşündük. Biz bu hayallerle gide duralım, adresin bize tarif ettiği yer, Evropark’ın çatısı, turuncu ışıklarla değil de kırmızı ışıklarla aydınlanıyordu. Yanlış yere mi geldik derken, oradaki görevli artık Ramstore’un yerinde Auchan’ın (Oşan) olduğunu söylediğinde beynimizde ışıklar yanmaya ve jetonlar düşmeye başladı. Zaman değişim zamanıydı artık; artık turuncunun kırmızı olma vaktiydi. Çok mu memnundun, çok mu mutluydun diyeceksiniz Ramstore’un kalitesinden; bir hafta bulduğun ürünü bir sonraki hafta bulamamaktan, tarihi geçmiş süt ve süt ürünlerinin raflardan kaldırılmamış olmasından, yaş ve kuru pasta-ekmek reyonundaki malların bayatlığından, hele bir de sebze-meyve reyonunda insanların “bunlar nasıl mal böyle, bütün çürükleri mi getirmişler, bizi aptal mı sanıyorlar” cümlelerini duymaktan gurur mu duyuyordun diyeceksiniz. Hayır tabi ki, hayır! Sorun da bu işte nasıl becerdik de, çok değil beş sene önceki gurur tablosunu bu hale getirebildik.

Yazdıklarım ve düşündüklerim yanlış anlışılmasın lütfen, ben bir tüketiciyim, Rus ya da Türk farketmez ve bu gözlükle bakıyorum; çevremde olan biteni bu gözle inceliyorum. Ve doğal olarak bu düşünceler ve bu tümceler çıkıveriyor insanın ağzından ve soramadan edemiyor! “Neden, ne oldu da beş sene önceki bu gurur tablosu yerle bir oldu!” Aynı peri masalları misali “bir varmış bir yokmuş” ...

Bir film seti gibi

Moskova’ya turist olarak gelenlere, gezmeleri tavsiye edilen yerlerden biri de Moskova Metrolarıdır. Belli istasyonların isimleri verilir, yapılan mozaikleri, heykellerin ihtişamını, metro hatlarının büyüklüğünü, yerin ne kadar kat altına inildiğini mutlaka görün denir. Peki ya metronun içindeki yaşam, günde beş milyondan fazla insanı taşıyan bu vagonlardaki insan portreleri? Metrodaki insanları görmeden bir turist nasıl Moskova’yı gezdim, gördüm; beğendim-beğenmedim diyebilir?

Bana göre, metro Moskova’nın bir aynasıdır sanki. Sizi gerçek hayatın içine çeken; çirkini güzeli bir arada gösteren; siz baktıkça, ilgilendikçe önünüze neler neler çıkaran; hepsi birer roman konusu olacak hayat hikayelerini sunan bir ayna. Buraya tuzu kuru olan kesim pek rağbet etmez. Burada Moskova’nın şatafatını göremezsiniz; gerçekten çalışmak zorunda olan, ekmeğini taştan çıkartmak için sabahları uykulu gözlerle işine gitmeye; akşamları da yorgun-bitkin ve düşünceli bir halde evine dönmeye çalışan kesim vardır. Sabahları; kimisi, ortamın kötü kokusundan, bunaltıcı havasızlığından, bitmek bilmeyen uzun yolculuk süresinden elindeki kitabıyla uzaklaşmaya; kimisi ise, sıcacık yatağındaki doyamadığı uykusuna burada devam etmeye çalışır. Ama konuşan görmek zordur! Herkes sadece kendisiyle, kendi işiyle ilgilenir. Akşam dönüş saatleri de pek farklı değildir, sadece aralarında konuşanların sayısı biraz daha artmıştır o kadar. Bir de içkiden gözleri davul gibi olmuş, ayakta bile durmakta zorlananların sayısı sabahtan akşama hayli yükselmiştir.

İşte bunlardan biri; elinde sanki bir bebeğin biberonunu tutarcasına sımsıkı tuttuğu pet bira şişesiyle bir adam giriveriyor vagona. Gözleri şiş, yüzü kıpkırmızı, yalpalaya yalpalaya kendine bir yer bulmaya çalışıyor. Yanında ise, yüzünden hayatın bütün sıkıntılarını omuzladığı anlaşılan, görünüşünün vermiş olduğu yaşlı ve yorgun ifadeye rağmen oldukça genç bir kadın kalabalığın ortasında yere düşmesin diye sımsıkı kocasını tutuyor. Ve kocasının o sarhoş haliyle, herkesin ortasında yaptığı el şakalarına dayanmaya; bir yandan da kucağındaki bebeğini tutmaya, onun ağzına ekmek tıkıştırmaya çalışıyor. Hemen ortamızdansa tekerlekli sandalyede ilerleyen asker kıyafetli, iki bacağını ve tek kolunu kaybetmiş biri geçiyor, elindeki kutuya para atmamızı isteyerek.

Hayat bu kadar kötü ve zor mu diyeceksiniz Moskova’da, hayır tabi; ama yaşayabilene! Güzel şeyler de olmuyor değil elbette. Ben çevremi izleye dururken, yanı başımdaki alımlı Azeri kızıyla ayakta duran yağız Kafkas delikanlısı arasında çoktan mercimek fırına verilmiş bile. Delikanlının kıza yer vermesiyle başlayan konuşma karşılıklı iltifatlaşmalara, telefon alışverişine ve vagondan beraber elele çıkmaya kadar devam ediyor. Metroda aşk başka oluyor!

Dedim ya, metro, sizi gerçek hayatın içine çekiveriyor; sanki bir film stüdyosuna girmişsiniz ve her köşesinde ayrı bir film çekiliyor gibi. Birden oradaki tüm hayatları yaşar, tanık olursunuz. Hepsi size bir şeyler anlatır Moskova’yla, hayatla ilgili. Çıktıktan sonra da kendi hayatınıza kaldığınız yerden devam edersiniz.

Belki de okuma tarzı değişti...

Birkaç haftadır gazete ve dergilerde, Moskova’daki kitap satışlarında geçen senelere nazaran bir düşüşün olduğuna ve özellikle genç nesil arasında kitap okuma oranının düştüğüne dair haberler okuyorum. Açıkçası bu haberler beni şaşırtmadı değil. Metroda, ayakta bile zor durulan bir ortamda çantasından-torbasından kitabını çıkarıp okuyan biriyle ya da müşterisini beklerken kitabını okuyan bir taksi şoförüyle karşılaşmam hiç de az rastladığım bir durum değil. Düşünüyorum da belki okuma alışkanlığında bir azalma değil de okuma tarzında bir değişiklik olmuştur?!

Hayatamızın her noktasına giren teknoloji, yemek pişirme tarzımızdan hobilerimize kadar bir çok alanda bizi etkiliyor. Çağımızda teknoloji, bizim ona kolayca ayak uydurabilmemizi sağlamak amacıyla kendisini en kolay ve en pratik biçimleriyle karşımıza çıkartıyor. Bunlara en güzel örneklerden biri de “e-book” diye adlandırılan internet üzerinden bilgisayarlara, akıllı telefonlara (smart phone) ve hatta son dönemin modası i-pod gibi mp3 çalarlara yüklenen kitaplar.

Bu kitaplar, internet üzerinden kolayca yüklenerek kişinin bu kitaba her zaman rahat bir şekilde ulaşması sağlanıyor. Yani kişi çantasında ya da torbasında kocaman kalın kitapları taşıyarak kendisine ağırlık yapmıyor. Onun yerine her zaman yanında taşıdığı cep bilgisayarından, akıllı telefonlarından ya da mp3 çalarlarından istedikleri kitaplara istedikleri anda ulaşarak rahatça okuyabiliyorlar. Hatta isterlerse bunları sesli olarak bile dinleyebiliyorlar. Yani yemek hazırlarken, spor yaparken hatta duş alırken bile kitap okuma şansımız var artık.

Bu e-book teknolojisini ve gençler arasında teknolojinin ne kadar hızlı yayıldığını göz önüne aldığımızda okuduğum yazılardaki “Rus gençleri arasında kitap okuma alışkanlığının ya da gençlere yönelik kitap satışlarının azalması” konularının belki de sanıldığı gibi kitap okuma alışkanlığının azalmasından değil sadece kitap okuma tarzının değişmesinden ileri gelebiliyor olabilir. Hele ki elindeki akıllı telefonlardan ya da mp3 çallarından kitap okuyan gençleri gördükçe.

10 Ekim 2008 Cuma

Ne onlar bizsiz yaşayabilirler, ne de biz onlarsız...

Geçenlerde bir yazı okudum, kalp hastalarına özellikle kedi beslemeleri tavsiye ediliyormuş. Nedeni ise; onu sevdikçe vücuttaki tüm negatif enerjinin atılıyor olması ve büyük bir rahatlama sağlamasıymış. Yazının devamında, bazı bilimsel araştırmalarla evcil hayvan beslemenin insan sağlığı üzerindeki olumlu etkileri anlatılmış. Düşük kan basıncını düzeltici etkisi, strese karşı en iyi ilaç olduğu ve hatta bağışıklık sistemini iyileştirici etkileri bu konudaki en önemli örnekler arasında.
Bununla beraber, özellikle yaşlılar için kedi ya da köpeklerin dostluğunun çok önemli olduğu; onların evcil hayvanlarıyla oynamaları, beslemeleri, gezdirmeleri, hayata daha sıkı sıkıya bağlanmalarını sağlaması da evcil hayvan beslemenin ikinci dereceden olumlu etkileri arasında gösterilmiş.

Kedi ya da köpek veya kuş, civciv, kaplumbağa... Aklınıza ne gelirse. Hepsi de bizim için, bizimle yaşayan bir varlık. Karşılıksız sevgisini veren bir canlı. Kucağına oturup, “beni sev diyen” bakışlarla sana baktığında karşı konulamayacak bir sıcaklık.

Hem bu araştırma yazısını okurken hem de bu satırları kaleme alırken; kendi kedilerimi severken ki hazzı, yumuşaklığı hissettim parmaklarımın arasında. Sanki birden elimin altına girdiler ve o sıcacık dokunuşlarıyla bana huzur verdiler. Bana bambaşka bir dünyanın kapısını araladılar.
“Efe” her zamanki muzurluğuyla kucağımda uslu uslu oturmak yerine bilgisayarımın üstüne çıkıp tek tek tuşlara basmak istiyordu. “Ceviz” ise, o dünyalar güzeli tüylerini bana bir kez daha göstermek için, yerde bir sağa bir sola kendini atıp duruyor, arasıra da “kalk da benimle oyna” dercesine ayağıma küçük ısıraklar atıyordu.

Onlar benden çok uzaktalar şimdi! Ama onların vermiş olduğu bu sevgiyi tatmış olmak, sıcaklıklarını hissebilmiş olmak bile güzel. Sanırım bunu sadece yaşayan anlayabilir. Onların bize araladıkları dünyanın içine girmek isteyenler... Orası öyle bir yer ki, ne stres, ne de üzüntü bırakıyor insanda. Onu beslerken ki haz, severken ki sıcaklık, gezdirirken ya da onunla oynarken ki sevinç size kendinizi bile unutturabiliyor.

Bütün bunları bilimsel verilerle de birleştirdiğimiz zaman, gün geçtikçe sevgilerin sığlaştığı, yardımseverliğin azaldığı ve hastalıkların arttığı günümüz dünyasında biz insanların bu dost canlısı varlıklara olan ihtiyacı ve onların da biz insanlara olan bağımlılığı gittikçe artıyor sanırım. Ne onlar bizsiz yaşayabilirler ne de biz onlarsız .

12 Eylül 2008 Cuma

"Yoookum" diyoorrr!

Ne zamandır içim içimi yiyordu; bunu yazmalıyım diye. Dün akşamı da gördükten sonra dayanamadım.

“Ben superstitous (batıl inançlıyım demek istiyor; ancak Türkçe nasıl söylendiğini bilmediği için bu şekilde söylüyor) bir insanım, sende 9 var bende 6, altı dokuzun tersi. Ben, bende kırmızı olduğuna inanıyorum o zaman sende kesin mavi var. Gel inan bana, açtırma beni!” Neden bahsettiğimi herkes az çok anlamıştır sanırım. Sevgili “Var mısın Yok musun?” yarışma programından. Neresi yarışma bunun onu hala pek çözebilmiş değilim ya! Kim kiminle yarışıyor, kimin bilgisi sınanıyor, oraya çıkan yarışmacılar! hangi bilgilerine göre seçiliyorlar....!! Sorucak daha çok soru var da...Bir de unutmadan yarışmacı olabilmek için üç aşamalı bir mülakattan geçiliyormuş, bilmem haberiniz var mıydı!?

Dün akşam Los Angeles’tan yeni bir yarışmacı katılmış yarışmaya, yukarıdaki sözler de kendisine ait. Gerçekten de kendisinin dediği gibi 6 numaradan kırmızı çıktı hem de en yüksek olan kırmızı, 500000 YTL. “Hem eleştiriyorsun hem de izliyorsun, bu kadarını bile bildiğine göre” diyeceksiniz içinizden. Aslında evet; ancak izlemek için değil, toplumumuzun durumunu, programdaki sosyo-psikolojik etkenleri irdeleyebilmek için bakıyorum bu programa. Toplumumuzun, bir kutudan medet umar halde olması , yarışmacıların, stüdyodaki seyircilerin, TV karşısındaki izleyecilerin bile her bir kutu açılışındaki duaları, yüzlerinin şekilden şekile girmesi, kendilerince elleriyle şans hareketi yapmaları ve daha neler neler...

Bütün bunları görmek bir yandan beni gerçekten çok üzüyor başka bir yandan da şaşırtıyor. Toplumumuz nereye gidiyor, ne kadar yozlaşıyor daha doğrusu yozlaştırılıyor!? Aynı apolitize edildiği gibi. Ne kadar boş bir toplum yaratılırsa o kadar iyi belki de...!! Bunları izlememin diğer bir nedeni de uzakta olduğum ülkemde neler olup bittiğini görebilmek. Bedenen uzakta olsam da teknoloji sayesinde her şeyden haberdar olabiliyor ve yaşanılanlardan kopmamış oluyorum.

Aslında bir de televizyon programcılığı, pazarlama açısından bakarsak olaya, gerçekten çok başarılı! Herkesi TV'ye odaklıyor, yarışmanın sonuna gelinse de, heyecanı sürdürerek “acaba kaç parayı kaybetti”yi öğrenilmesi için izleyeciler son reklam kuşağını bile izliyor. Hatta konuşmalarımıza “yoookum diyor” cümlesi çoktan yerleşmiş. Olumlu da olsa olumsuz da olsa baksanıza program kendi hakkında yazı bile yazdırıyor!

9 Eylül 2008 Salı

Dünyamızı gelecek nesillerden ödünç aldık

Ufak tefek bir şeyler almak için evin yakınındaki marketin yolunu tuttum. Dışarıda baharın güzelliğini gösteren pırıl pırıl bir hava vardı. Güneş, yeni yeni filizlenmiş ağaçları beslerken, kuşların da o güzel şarkılarıyla oynaşmalarını sağlıyordu. Ama “havanın dibinde” bir soğukluk vardı. Şapkasız ya da eldivensiz yürümek pek mümkün değildi. Hava sıcaklığı 8-9 derece gösteriyordu.

Markette yarım saat içinde işlerimi halledip çıktığımda, sanki gündüz vakti gece olmuş gibiydi. O parlak güneş, simsiyah bulutlar arasında kaybolmuş; hızla esen rüzgara boyun eğmek durumunda kalmıştı. Hava sıcaklığı 1 derece gösteriyordu. Havanın bu şekilde hızlıca değişmesine anlam veremeden strafor köpüğünün parçaları gibi küçücük ama oldukça sert kar taneleri yola düşmeye başladı. Gözlerime inanamıyordum, hava yarım saat önce günlük güneşlikti, şu anda ise tarifi zor olan bir çeşit kar yağıyordu; ne lapa lapa denebilirdi buna, ne tipi ne de sulu kar. Çocukken belki de hepimizin yaptığı strafor köpüğünün o küçük beyaz parçacıklarına benziyordu. On dakikalık eve gidiş yolu boyunca devam eden kar, sokağımın başına geldiğimde durmuştu. Eve çıktığımdaysa, güneş yeniden parlak yüzünü göstermişti bile.

“6 Nisan 2007 Cuma günü, Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, Brüksel’de toplandı. 124 ülkeden delegelerle bilimadamlarının katıldığı toplantılar sonucunda küresel ısınmayla ilgili bu yılki ikinci rapor yayımlandı. 2 bin 500 bilimadamı tarafından hazırlanan dördüncü değerlendirme raporunda, küresel ısınmadan yüzde 90 oranında insanların sorumlu olduğu açıkça ifade ediliyor. Rapor aynı zamanda iklim değişikliğinin olası etkilerine ilişkin saptamalara yer veriyor. Raporun verilerine göre 2100 yılına kadar sıcaklıkların 1,1 ila 6,4 santigrat derece yükselmesi bekleniyor. Buzulların erimesi ile deniz seviyelerinin de yüzyılın sonuna kadar 18 ila 59 santimetre yükselmesi de raporun beklentileri arasında. Raporda küresel ısınma nedeniyle tayfun ve sel felaketleriyle aşırı sıcak hava dalgalarının artacağı, bu durumun çölleşme ve kuraklığın daha geniş alanlara yayılmasına yol açacağına da dikkat çekiliyor”.

Dinlediğim bu haber birden kendime getirdi beni. Bunu yaşadıklarımla birleştirince dünyamızın kendince bize iklim değişikliklerinin nelere mal olacağını anlatmaya çalıştığını daha iyi anladım. O yeni yeni filizlenmeye başlayan ağaçların üstü birden karla kaplanmıştı ve donmuşlardı. Aynı durumun tarım ürünlerinde olduğunu düşündüğümüzde beslenme zincirinin ne kadar sekteye uğrayacağını söylemeye gerek yok sanırım. Bu en basit sonuçlarından biri sadece. Senelerdir bilimadamlarının, uzmanların defalarca dile getirdikleri “dünyamızın dengesi bozuluyor, dünyamız çölleşiyor, küresel ısınmasını etkilerini her geçen gün daha fazla hissedeceğiz” gibi cümleler artık çok uzakta değil. Ve biz birer birey olarak bu gidişat için bir şeyler yapmak durumundayız.

Özellikle bu sene, Moskova, tarihinde görmediği sıcaklıklara şahit oldu. Geçtiğimiz Ocak ayında meteorolojik verilere göre tarihinin en sıcak Ocak ayını yaşadık. Keza Mart ayının sonunda hiçbirimizin alışkın olmadığı derecede sıcak bir hava vardı dışarda, 17-18 derece gösteriyordu termometreler. Nisan ayının ortasındayız ve kar yağıyor. Mevsimler yer değiştiriyor sanki.

Time dergisi de bu ayki sayısını küresel ısınmaya ayırmış ve dünyanın bu gidişatından yüzde 90 oranında sorumlu olan biz insanların yapabileceği ufak tefek şeylerle bir nebze olsun dünyamıza yardım edebileceğimizin altını çiziyor ve onları şu şekilde sıralıyor:

“· Evinize ısı yalıtımı yaptırın. Çift camlı pencere kullanmak, yazın geniş perdelerle evinizi güneş ışınlarından korumak enerji sarfiyatınızın yüzde 40 azalmasını sağlayabilir.
· Evinizi aydınlatmak için geleneksel ampul yerine, kompakt floresan ampul (CFL) kullanın. CFL geleneksel ampullerin sadece 4'te biri kadar enerji harcar.
· Çamaşırlarınızı, kaynar suda değil, ılık suda yıkayın.
· İşyerinize yürüyerek ya da düşük karbon emisyonuna neden olan, raylı sistemle ulaşabileceğiniz bir yerde ikamet edin. Otomobil yerine toplu taşımayı tercih edin.
· Evinizi havalandırmak için klimanızı çalıştırmak yerine pencereyi açın. Yazın klimanızı birkaç derece daha yüksek, kışın da termostatınızı birkaç derece daha düşük ayarlayın.
· Faturalarınızı internet üzerinden ödeyin. Bu şekilde fatura dökümleri için harcanan kâğıt tüketimi azalacak ve bunların adresinize taşınması için kullanılan yakıt tüketimi düşecektir.
· Et yerine sebze tüketin. Et sanayisi, büyükbaş hayvanların tükettikleri yiyeceklerin üretimi ve hayvanların çıkardıkları gazlar nedeniyle en yüksek karbon salımına neden olan sektörlerden biridir. Et yerine sebze tüketmek bir yılda neden olduğunuz karbon salımını 1.4 ton azaltabilir.
· Evinize yakın yerlerde üretilen gıdaları satın alın. Sofranıza gelene kadar tüm ülkeyi kat eden sebze, meyve, et ve süt gibi ürünler yüzünden harcanan benzin miktarını düşünün.
· Bahçenize bambu ekin. Bambular bahçe bitkilerinden çok daha fazla karbondioksit emer.
· Televizyon, bilgisayar gibi elektronik eşyalarınızı “stand-by” konumunda bırakmayın, kapatın. Bilgisayarınızı kapatarak karbondioksit salımını yüzde 83 azaltabilirsiniz.
· Kullanılmış kâğıtlarınızı geri dönüşüme gönderin.
· Gereksiz paketleme yaptırmayın. Kafelerde verilen fazla peçeteleri iade edin.
· Bahçenizde fosillerden elde edilen yakıtlardan üretilen gübreleri kullanmayın.
· Otomobilinizde yalnız seyahat etmemeye çalışın.
· Daha az tüketin, daha çok paylaşın.”

İşte belki bunlarla yok etmeye başladığımız dünyamızı biraz olsun koruyabilir ve kurtarabiliriz. Unutmayın ki biz dünyamızı gelecek nesillerden ödünç aldık!

Moskova’da yaya olmak...

Geçenlerde bir yazı okudum “bir ülkenin gelişmişliği yayalarına gösterdiği saygıyla doğru orantılıdır” diye. Gerçekten hak vermemek elde değil. Yayalara ait yollara arabaların girmemesi, yayaların arabalardan korkmadan kırmızı ışıkta bile rahatça geçebilmesi hatta kadın erkek eşitliğini korumak adına yayaya yeşil ışık yandığında yürüyen adam resmine etek giydirilmesi yayaya ve insana duyulan saygının önemli kanıtları sanırım. Peki ya yaşadığım şehir Moskova’da durum nedir? Yayalara ne kadar saygı duyuluyor, yayalar ne kadar korkusuzca hareket edebiliyorlar?

Açıkçası Moskova için bu soruya olumlu cevap vermek oldukça zor. Burada yayalar değil arabalar ön planda. Yaya yollarına istedikleri gibi park edebiliyorlar, kendilerine kırmızı ışık yanarken yayaların üstüne doğru sürerek istedikleri gibi geçebiliyorlar hatta ezebiliyor sonra da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edebiliyorlar.

Moskova’nın güneyinde, Çertanovskaya bölgesinde oldukça geniş bir caddeden karşıdan karşıya geçmek için yeşil ışığın yanmasını bekleyen 30-35 yaşlarında bir adam. Birden kendisiyle aynı hizada duran bir araba geri geri hareket ederek ona doğru gelmeye başlıyor, o arabayı farkedene kadar kendisini arabanın altında buluyor.

O anda orada olmamak, bu yaşanılanları görmemiş olmak isterdim. Gözlerimin önünde kendi yolunda, beklemesi gerektiği yerde duran bir yayaya; geri geri gelen bir araba çarpıyor, adamı yere düşürüyor, bir iki saniye bekledikten sonra hızlıca olay yerinden ayrılıyor. Etrafımdaki kimsenin bu yere düşen adamla ilgilenmediğini, yardımına koşmadığını görmek beni ayrıca şok ediyor. Ben kendime gelip adamın yanına gitmeye karar verene kadar, adam yavaşça kendisini kaldırıyor ve böyle bir olay yaşamamışçasına yoluna devam ediyor.

İşte Moskova’da yaya olmak böyle bir şey, ezilmek sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi kalkarak yolunuza devam etmek; yani bir bakıma robot olmak. Aslına bakarsanız insanlarının robotlaşması da o ülkenin ne kadar gelişmiş olduğunun bir kanıtı değil midir?!...

Hayata bağlanmanın yaşı olur mu?

Moskova, yine gri paltosunu üstüne giymiş. Dışarıda sıkı bir ayaz var. Rüzgar insanın içine işliyor; ama buna rağmen parklar, çocuk sesleriyle, sevgililerin gülüşmeleriyle yankılanıyor. Hafta sonundan istifade, genci yaşlısı kendisini sokağa atmış ve kendince eğleniyor. Doğa da yavaş yavaş uyanmaya başlıyor kış uykusundan. Yeni filizlenmeye başlayan ağaçlar “biz de burdayız” der gibi kendilerini gösteriyorlar.

Parkın uzak bir yerlerinden kulaklarıma tanıdık ve çok güzel bir melodi çalınıyor. Eski bir müzik seti “московский вечером-Moskovskiy Veçeram-Moskova Akşamları” şarkısını çalmaya çalışıyor. Melodinin geldiği yere yaklaştıkça parktaki genç nüfusun azalıp yerlerini daha yaşlılara bıraktığını fark ediyorum. Artık ortalıkta çocukların bağrışmaları, yüksek sesle birbirine seslenen gençler yok. Müzikle beraber artan bir dinginlik var etrafta.

Üstü kapalı bir pistin ortasında en genci 60-65 yaşlarındaki bir grup “genç”, müzik eşliğinde kendilerini eşlerinin, arkadaşlarının kollarına bırakarak dans ediyorlar. Ne havanın soğukluğuna aldırış ediyorlar ne de kireçlenmiş bacaklarına, ağrıyan bellerine...Sadece kadın-erkek değil, kadın kadına bile dans ediyorlar; ama dans ediyorlar. Dansın o huzur veren hareketleri ve müziğin dinlendiren ritimleriyle, yaşlılığı, hastalığı, yorgunluğu unutup gidiyorlar. Ve kimsenin kafasında “Bu saatten sonra bana yakışır mı, herkes ne der sonra?” gibi sorular, düşünceler yok. Herkes sadece orada geçirdiği dakikaların güzelliğini, mutluluğunu yaşıyor.

Bu gördüklerimi resim kareleriyle ölümsüzleştirirken kendi ülkemdeki “gençleri” de düşünmeden edemedim. Neden hep aynı sözleri duyarız yaşlılarımızın ağzından? Neden “bizden geçti artık, bu yaştan sonra yakışık almaz vb...”gibi nice laflar vardır bizim “gençlerimizin” ağzında? Hayata bağlanmanın yaşı olabilir mi sizce, bu kadar kısa ve güzelken?...

5 Eylül 2008 Cuma

Teşekkürler Moskova

Daha dün gibi hatırlıyorum Moskova’ya ilk ayak bastığım günü. Üstümde, İstanbul Laleli’den alınan, Rusya için özel olarak yapılmış içi kürklü benden iki beden büyük bir palto, içine kalın kazaklar giyeceğim ya. Kafamda yünlü bir şapka, ağzım burnum tamamen kapalı, gözlerimden başka bir şey görünmez bir haldeyim. Kundaklanmış bebekler gibi havaalanından dışarı çıkarken, hava sıcaklığı -25 dereceyi gösteriyor. Hayatımda ilk kez böyle bir soğukla burun buruna geliyorum, yanımda da eşim kaymamam için kolumdan tutuyor ve “havayı içine çekme, üşütürsün” diye durmadan uyarıyor.

Bu yaşadıklarımın üstünden 5 sene geçti. Artık Moskova bana, ben de Moskova’ya alıştım. Nerde ne zaman ne giyilir, ne yenir, ne içilir, nereye gidilir, artık biliyorum. Birbirimizin dilinden anlar olduk. O bana sevdirdi kendini, ben de onu sevmek için kalbimi açtım. Ama yine kendi ülkeme, şehrime gittiğimde içime anlatılmaz bir huzur doluyor. Sanki kuşlar kadar özgürüm. Kimseye kendimi anlatabilmek için kırk parça olmuyorum. Dostlarım, arkadaşlarım yanıbaşımda. Hepsi bir telefon uzaklığındalar. Hele o Boğaz yok mu! O deniz kokusu, martıların sesi, vapur düdükleri... Hepsini o an bavuluma koyup buraya getirmek istiyorum. Ama biliyorum ki her şey yerinde güzel. Aynı Moskova’daki güzellikler gibi.

Her şehrin kendine özel bir güzelliği var ve her şehir onlarla güzel. İşte en önemli şey de bu zaten. Her şehri, ülkeyi kendi içinde yaşayabilmek, hiçbirinde bir başkasını aramaya bulmaya çalışmamak. Ancak o zaman, o yaşanan şehrin, ülkenin tadı çıkabilir ve kendini o ülkeden bir parça olarak görebilirsin.

İşte bütün bunları keşfedebildiğim için kendimi şanslı azınlık içinde görüyorum. İş icabıyla geldiğimiz bu şehirde ve buradan sonra gideceğimiz başka ülkelerde, şehirlerde oranın yerlisi gibi olabilmeyi ve bundan zevk alabilmeyi öğrendiğim için kendimle gurur duyuyorum. Ve bunun için de Moskova’ya ve burada geçirdiğim yıllara teşekkür ediyorum...

4 Eylül 2008 Perşembe

HAYATINI RESMET

Hayatını resmet,
İster yağlı ister sulu
Ama hep canlı olsun fırçanın ucu
Bir güneş olsun resmin ufkunda
O senin ışıldayan umudun olsun.

Hayatını resmet,
Yüzünün güzelliği çiçeklerin rengine yansısın
Fırça darbeleri ruhunun en derininden gelen ses olsun
Hep "mutluluğun resmi" olsun tuvalindeki
Unutma hüzün de mutluluğun sudaki aksi.

Hayatını resmet,
Her renge aç gönlünü
Günlüne can ver her renkten
Göklerin mavisi ferahlığın olsun
Ağaçların koyu gölgesi güvencen

Hayatını resmet
Her yıl yepyeni bir tuval
Her tuval yepyeni bir hayat olsun
Benden de bir tutam sevgi mayala mavi göle
Hayat resmimiz sonsuz sevgiyle dolsun...

PASA

İşte bu sözlerle ilk resim kitabımı bana verdi "gönül yarım". Hayatı renklere dökebilmem, kendime kendimi kanıtlayabilmem için.

Hep bir korkaklık vardı resim çizmek için içimde; ortaokuldan kalma bir ürkeklik. Aynı kelimelerle oynamaktan korktuğum gibi, onları kaleme dökmeye çekindiğim gibi... Ama yine O, bana güvendi, inandı. "O güzel ellerine izin ver, ruhunun güzelliğini renklerle birleştirsin tuvallere döksün. Aynı yazıların da yaptığı gibi..."

Yazı, ruh güzelliğinin kelimelerle anlatımıysa; resim de renklerle, şekillerle ifadesi. Ortak özellilleri ise; kişinin kendisini yansıtması ve kendini ifade edecek bir ortam yaratmasıdır. İşte bütün bu nedenlerle bu siteyi kurmak istedim. Kendimi, yaşadığım yeri, yaşadıklarımı, düşüncelerimi, hayata bakış açımı yansıttığım yazılarımı paylaşabilmek ve paylaştıkça özgürleşebilmek için. Kim bilir belki zamanla resimlerim de yerini alır burada ;))