12 Eylül 2008 Cuma

"Yoookum" diyoorrr!

Ne zamandır içim içimi yiyordu; bunu yazmalıyım diye. Dün akşamı da gördükten sonra dayanamadım.

“Ben superstitous (batıl inançlıyım demek istiyor; ancak Türkçe nasıl söylendiğini bilmediği için bu şekilde söylüyor) bir insanım, sende 9 var bende 6, altı dokuzun tersi. Ben, bende kırmızı olduğuna inanıyorum o zaman sende kesin mavi var. Gel inan bana, açtırma beni!” Neden bahsettiğimi herkes az çok anlamıştır sanırım. Sevgili “Var mısın Yok musun?” yarışma programından. Neresi yarışma bunun onu hala pek çözebilmiş değilim ya! Kim kiminle yarışıyor, kimin bilgisi sınanıyor, oraya çıkan yarışmacılar! hangi bilgilerine göre seçiliyorlar....!! Sorucak daha çok soru var da...Bir de unutmadan yarışmacı olabilmek için üç aşamalı bir mülakattan geçiliyormuş, bilmem haberiniz var mıydı!?

Dün akşam Los Angeles’tan yeni bir yarışmacı katılmış yarışmaya, yukarıdaki sözler de kendisine ait. Gerçekten de kendisinin dediği gibi 6 numaradan kırmızı çıktı hem de en yüksek olan kırmızı, 500000 YTL. “Hem eleştiriyorsun hem de izliyorsun, bu kadarını bile bildiğine göre” diyeceksiniz içinizden. Aslında evet; ancak izlemek için değil, toplumumuzun durumunu, programdaki sosyo-psikolojik etkenleri irdeleyebilmek için bakıyorum bu programa. Toplumumuzun, bir kutudan medet umar halde olması , yarışmacıların, stüdyodaki seyircilerin, TV karşısındaki izleyecilerin bile her bir kutu açılışındaki duaları, yüzlerinin şekilden şekile girmesi, kendilerince elleriyle şans hareketi yapmaları ve daha neler neler...

Bütün bunları görmek bir yandan beni gerçekten çok üzüyor başka bir yandan da şaşırtıyor. Toplumumuz nereye gidiyor, ne kadar yozlaşıyor daha doğrusu yozlaştırılıyor!? Aynı apolitize edildiği gibi. Ne kadar boş bir toplum yaratılırsa o kadar iyi belki de...!! Bunları izlememin diğer bir nedeni de uzakta olduğum ülkemde neler olup bittiğini görebilmek. Bedenen uzakta olsam da teknoloji sayesinde her şeyden haberdar olabiliyor ve yaşanılanlardan kopmamış oluyorum.

Aslında bir de televizyon programcılığı, pazarlama açısından bakarsak olaya, gerçekten çok başarılı! Herkesi TV'ye odaklıyor, yarışmanın sonuna gelinse de, heyecanı sürdürerek “acaba kaç parayı kaybetti”yi öğrenilmesi için izleyeciler son reklam kuşağını bile izliyor. Hatta konuşmalarımıza “yoookum diyor” cümlesi çoktan yerleşmiş. Olumlu da olsa olumsuz da olsa baksanıza program kendi hakkında yazı bile yazdırıyor!

9 Eylül 2008 Salı

Dünyamızı gelecek nesillerden ödünç aldık

Ufak tefek bir şeyler almak için evin yakınındaki marketin yolunu tuttum. Dışarıda baharın güzelliğini gösteren pırıl pırıl bir hava vardı. Güneş, yeni yeni filizlenmiş ağaçları beslerken, kuşların da o güzel şarkılarıyla oynaşmalarını sağlıyordu. Ama “havanın dibinde” bir soğukluk vardı. Şapkasız ya da eldivensiz yürümek pek mümkün değildi. Hava sıcaklığı 8-9 derece gösteriyordu.

Markette yarım saat içinde işlerimi halledip çıktığımda, sanki gündüz vakti gece olmuş gibiydi. O parlak güneş, simsiyah bulutlar arasında kaybolmuş; hızla esen rüzgara boyun eğmek durumunda kalmıştı. Hava sıcaklığı 1 derece gösteriyordu. Havanın bu şekilde hızlıca değişmesine anlam veremeden strafor köpüğünün parçaları gibi küçücük ama oldukça sert kar taneleri yola düşmeye başladı. Gözlerime inanamıyordum, hava yarım saat önce günlük güneşlikti, şu anda ise tarifi zor olan bir çeşit kar yağıyordu; ne lapa lapa denebilirdi buna, ne tipi ne de sulu kar. Çocukken belki de hepimizin yaptığı strafor köpüğünün o küçük beyaz parçacıklarına benziyordu. On dakikalık eve gidiş yolu boyunca devam eden kar, sokağımın başına geldiğimde durmuştu. Eve çıktığımdaysa, güneş yeniden parlak yüzünü göstermişti bile.

“6 Nisan 2007 Cuma günü, Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, Brüksel’de toplandı. 124 ülkeden delegelerle bilimadamlarının katıldığı toplantılar sonucunda küresel ısınmayla ilgili bu yılki ikinci rapor yayımlandı. 2 bin 500 bilimadamı tarafından hazırlanan dördüncü değerlendirme raporunda, küresel ısınmadan yüzde 90 oranında insanların sorumlu olduğu açıkça ifade ediliyor. Rapor aynı zamanda iklim değişikliğinin olası etkilerine ilişkin saptamalara yer veriyor. Raporun verilerine göre 2100 yılına kadar sıcaklıkların 1,1 ila 6,4 santigrat derece yükselmesi bekleniyor. Buzulların erimesi ile deniz seviyelerinin de yüzyılın sonuna kadar 18 ila 59 santimetre yükselmesi de raporun beklentileri arasında. Raporda küresel ısınma nedeniyle tayfun ve sel felaketleriyle aşırı sıcak hava dalgalarının artacağı, bu durumun çölleşme ve kuraklığın daha geniş alanlara yayılmasına yol açacağına da dikkat çekiliyor”.

Dinlediğim bu haber birden kendime getirdi beni. Bunu yaşadıklarımla birleştirince dünyamızın kendince bize iklim değişikliklerinin nelere mal olacağını anlatmaya çalıştığını daha iyi anladım. O yeni yeni filizlenmeye başlayan ağaçların üstü birden karla kaplanmıştı ve donmuşlardı. Aynı durumun tarım ürünlerinde olduğunu düşündüğümüzde beslenme zincirinin ne kadar sekteye uğrayacağını söylemeye gerek yok sanırım. Bu en basit sonuçlarından biri sadece. Senelerdir bilimadamlarının, uzmanların defalarca dile getirdikleri “dünyamızın dengesi bozuluyor, dünyamız çölleşiyor, küresel ısınmasını etkilerini her geçen gün daha fazla hissedeceğiz” gibi cümleler artık çok uzakta değil. Ve biz birer birey olarak bu gidişat için bir şeyler yapmak durumundayız.

Özellikle bu sene, Moskova, tarihinde görmediği sıcaklıklara şahit oldu. Geçtiğimiz Ocak ayında meteorolojik verilere göre tarihinin en sıcak Ocak ayını yaşadık. Keza Mart ayının sonunda hiçbirimizin alışkın olmadığı derecede sıcak bir hava vardı dışarda, 17-18 derece gösteriyordu termometreler. Nisan ayının ortasındayız ve kar yağıyor. Mevsimler yer değiştiriyor sanki.

Time dergisi de bu ayki sayısını küresel ısınmaya ayırmış ve dünyanın bu gidişatından yüzde 90 oranında sorumlu olan biz insanların yapabileceği ufak tefek şeylerle bir nebze olsun dünyamıza yardım edebileceğimizin altını çiziyor ve onları şu şekilde sıralıyor:

“· Evinize ısı yalıtımı yaptırın. Çift camlı pencere kullanmak, yazın geniş perdelerle evinizi güneş ışınlarından korumak enerji sarfiyatınızın yüzde 40 azalmasını sağlayabilir.
· Evinizi aydınlatmak için geleneksel ampul yerine, kompakt floresan ampul (CFL) kullanın. CFL geleneksel ampullerin sadece 4'te biri kadar enerji harcar.
· Çamaşırlarınızı, kaynar suda değil, ılık suda yıkayın.
· İşyerinize yürüyerek ya da düşük karbon emisyonuna neden olan, raylı sistemle ulaşabileceğiniz bir yerde ikamet edin. Otomobil yerine toplu taşımayı tercih edin.
· Evinizi havalandırmak için klimanızı çalıştırmak yerine pencereyi açın. Yazın klimanızı birkaç derece daha yüksek, kışın da termostatınızı birkaç derece daha düşük ayarlayın.
· Faturalarınızı internet üzerinden ödeyin. Bu şekilde fatura dökümleri için harcanan kâğıt tüketimi azalacak ve bunların adresinize taşınması için kullanılan yakıt tüketimi düşecektir.
· Et yerine sebze tüketin. Et sanayisi, büyükbaş hayvanların tükettikleri yiyeceklerin üretimi ve hayvanların çıkardıkları gazlar nedeniyle en yüksek karbon salımına neden olan sektörlerden biridir. Et yerine sebze tüketmek bir yılda neden olduğunuz karbon salımını 1.4 ton azaltabilir.
· Evinize yakın yerlerde üretilen gıdaları satın alın. Sofranıza gelene kadar tüm ülkeyi kat eden sebze, meyve, et ve süt gibi ürünler yüzünden harcanan benzin miktarını düşünün.
· Bahçenize bambu ekin. Bambular bahçe bitkilerinden çok daha fazla karbondioksit emer.
· Televizyon, bilgisayar gibi elektronik eşyalarınızı “stand-by” konumunda bırakmayın, kapatın. Bilgisayarınızı kapatarak karbondioksit salımını yüzde 83 azaltabilirsiniz.
· Kullanılmış kâğıtlarınızı geri dönüşüme gönderin.
· Gereksiz paketleme yaptırmayın. Kafelerde verilen fazla peçeteleri iade edin.
· Bahçenizde fosillerden elde edilen yakıtlardan üretilen gübreleri kullanmayın.
· Otomobilinizde yalnız seyahat etmemeye çalışın.
· Daha az tüketin, daha çok paylaşın.”

İşte belki bunlarla yok etmeye başladığımız dünyamızı biraz olsun koruyabilir ve kurtarabiliriz. Unutmayın ki biz dünyamızı gelecek nesillerden ödünç aldık!

Moskova’da yaya olmak...

Geçenlerde bir yazı okudum “bir ülkenin gelişmişliği yayalarına gösterdiği saygıyla doğru orantılıdır” diye. Gerçekten hak vermemek elde değil. Yayalara ait yollara arabaların girmemesi, yayaların arabalardan korkmadan kırmızı ışıkta bile rahatça geçebilmesi hatta kadın erkek eşitliğini korumak adına yayaya yeşil ışık yandığında yürüyen adam resmine etek giydirilmesi yayaya ve insana duyulan saygının önemli kanıtları sanırım. Peki ya yaşadığım şehir Moskova’da durum nedir? Yayalara ne kadar saygı duyuluyor, yayalar ne kadar korkusuzca hareket edebiliyorlar?

Açıkçası Moskova için bu soruya olumlu cevap vermek oldukça zor. Burada yayalar değil arabalar ön planda. Yaya yollarına istedikleri gibi park edebiliyorlar, kendilerine kırmızı ışık yanarken yayaların üstüne doğru sürerek istedikleri gibi geçebiliyorlar hatta ezebiliyor sonra da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edebiliyorlar.

Moskova’nın güneyinde, Çertanovskaya bölgesinde oldukça geniş bir caddeden karşıdan karşıya geçmek için yeşil ışığın yanmasını bekleyen 30-35 yaşlarında bir adam. Birden kendisiyle aynı hizada duran bir araba geri geri hareket ederek ona doğru gelmeye başlıyor, o arabayı farkedene kadar kendisini arabanın altında buluyor.

O anda orada olmamak, bu yaşanılanları görmemiş olmak isterdim. Gözlerimin önünde kendi yolunda, beklemesi gerektiği yerde duran bir yayaya; geri geri gelen bir araba çarpıyor, adamı yere düşürüyor, bir iki saniye bekledikten sonra hızlıca olay yerinden ayrılıyor. Etrafımdaki kimsenin bu yere düşen adamla ilgilenmediğini, yardımına koşmadığını görmek beni ayrıca şok ediyor. Ben kendime gelip adamın yanına gitmeye karar verene kadar, adam yavaşça kendisini kaldırıyor ve böyle bir olay yaşamamışçasına yoluna devam ediyor.

İşte Moskova’da yaya olmak böyle bir şey, ezilmek sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi kalkarak yolunuza devam etmek; yani bir bakıma robot olmak. Aslına bakarsanız insanlarının robotlaşması da o ülkenin ne kadar gelişmiş olduğunun bir kanıtı değil midir?!...

Hayata bağlanmanın yaşı olur mu?

Moskova, yine gri paltosunu üstüne giymiş. Dışarıda sıkı bir ayaz var. Rüzgar insanın içine işliyor; ama buna rağmen parklar, çocuk sesleriyle, sevgililerin gülüşmeleriyle yankılanıyor. Hafta sonundan istifade, genci yaşlısı kendisini sokağa atmış ve kendince eğleniyor. Doğa da yavaş yavaş uyanmaya başlıyor kış uykusundan. Yeni filizlenmeye başlayan ağaçlar “biz de burdayız” der gibi kendilerini gösteriyorlar.

Parkın uzak bir yerlerinden kulaklarıma tanıdık ve çok güzel bir melodi çalınıyor. Eski bir müzik seti “московский вечером-Moskovskiy Veçeram-Moskova Akşamları” şarkısını çalmaya çalışıyor. Melodinin geldiği yere yaklaştıkça parktaki genç nüfusun azalıp yerlerini daha yaşlılara bıraktığını fark ediyorum. Artık ortalıkta çocukların bağrışmaları, yüksek sesle birbirine seslenen gençler yok. Müzikle beraber artan bir dinginlik var etrafta.

Üstü kapalı bir pistin ortasında en genci 60-65 yaşlarındaki bir grup “genç”, müzik eşliğinde kendilerini eşlerinin, arkadaşlarının kollarına bırakarak dans ediyorlar. Ne havanın soğukluğuna aldırış ediyorlar ne de kireçlenmiş bacaklarına, ağrıyan bellerine...Sadece kadın-erkek değil, kadın kadına bile dans ediyorlar; ama dans ediyorlar. Dansın o huzur veren hareketleri ve müziğin dinlendiren ritimleriyle, yaşlılığı, hastalığı, yorgunluğu unutup gidiyorlar. Ve kimsenin kafasında “Bu saatten sonra bana yakışır mı, herkes ne der sonra?” gibi sorular, düşünceler yok. Herkes sadece orada geçirdiği dakikaların güzelliğini, mutluluğunu yaşıyor.

Bu gördüklerimi resim kareleriyle ölümsüzleştirirken kendi ülkemdeki “gençleri” de düşünmeden edemedim. Neden hep aynı sözleri duyarız yaşlılarımızın ağzından? Neden “bizden geçti artık, bu yaştan sonra yakışık almaz vb...”gibi nice laflar vardır bizim “gençlerimizin” ağzında? Hayata bağlanmanın yaşı olabilir mi sizce, bu kadar kısa ve güzelken?...

5 Eylül 2008 Cuma

Teşekkürler Moskova

Daha dün gibi hatırlıyorum Moskova’ya ilk ayak bastığım günü. Üstümde, İstanbul Laleli’den alınan, Rusya için özel olarak yapılmış içi kürklü benden iki beden büyük bir palto, içine kalın kazaklar giyeceğim ya. Kafamda yünlü bir şapka, ağzım burnum tamamen kapalı, gözlerimden başka bir şey görünmez bir haldeyim. Kundaklanmış bebekler gibi havaalanından dışarı çıkarken, hava sıcaklığı -25 dereceyi gösteriyor. Hayatımda ilk kez böyle bir soğukla burun buruna geliyorum, yanımda da eşim kaymamam için kolumdan tutuyor ve “havayı içine çekme, üşütürsün” diye durmadan uyarıyor.

Bu yaşadıklarımın üstünden 5 sene geçti. Artık Moskova bana, ben de Moskova’ya alıştım. Nerde ne zaman ne giyilir, ne yenir, ne içilir, nereye gidilir, artık biliyorum. Birbirimizin dilinden anlar olduk. O bana sevdirdi kendini, ben de onu sevmek için kalbimi açtım. Ama yine kendi ülkeme, şehrime gittiğimde içime anlatılmaz bir huzur doluyor. Sanki kuşlar kadar özgürüm. Kimseye kendimi anlatabilmek için kırk parça olmuyorum. Dostlarım, arkadaşlarım yanıbaşımda. Hepsi bir telefon uzaklığındalar. Hele o Boğaz yok mu! O deniz kokusu, martıların sesi, vapur düdükleri... Hepsini o an bavuluma koyup buraya getirmek istiyorum. Ama biliyorum ki her şey yerinde güzel. Aynı Moskova’daki güzellikler gibi.

Her şehrin kendine özel bir güzelliği var ve her şehir onlarla güzel. İşte en önemli şey de bu zaten. Her şehri, ülkeyi kendi içinde yaşayabilmek, hiçbirinde bir başkasını aramaya bulmaya çalışmamak. Ancak o zaman, o yaşanan şehrin, ülkenin tadı çıkabilir ve kendini o ülkeden bir parça olarak görebilirsin.

İşte bütün bunları keşfedebildiğim için kendimi şanslı azınlık içinde görüyorum. İş icabıyla geldiğimiz bu şehirde ve buradan sonra gideceğimiz başka ülkelerde, şehirlerde oranın yerlisi gibi olabilmeyi ve bundan zevk alabilmeyi öğrendiğim için kendimle gurur duyuyorum. Ve bunun için de Moskova’ya ve burada geçirdiğim yıllara teşekkür ediyorum...

4 Eylül 2008 Perşembe

HAYATINI RESMET

Hayatını resmet,
İster yağlı ister sulu
Ama hep canlı olsun fırçanın ucu
Bir güneş olsun resmin ufkunda
O senin ışıldayan umudun olsun.

Hayatını resmet,
Yüzünün güzelliği çiçeklerin rengine yansısın
Fırça darbeleri ruhunun en derininden gelen ses olsun
Hep "mutluluğun resmi" olsun tuvalindeki
Unutma hüzün de mutluluğun sudaki aksi.

Hayatını resmet,
Her renge aç gönlünü
Günlüne can ver her renkten
Göklerin mavisi ferahlığın olsun
Ağaçların koyu gölgesi güvencen

Hayatını resmet
Her yıl yepyeni bir tuval
Her tuval yepyeni bir hayat olsun
Benden de bir tutam sevgi mayala mavi göle
Hayat resmimiz sonsuz sevgiyle dolsun...

PASA

İşte bu sözlerle ilk resim kitabımı bana verdi "gönül yarım". Hayatı renklere dökebilmem, kendime kendimi kanıtlayabilmem için.

Hep bir korkaklık vardı resim çizmek için içimde; ortaokuldan kalma bir ürkeklik. Aynı kelimelerle oynamaktan korktuğum gibi, onları kaleme dökmeye çekindiğim gibi... Ama yine O, bana güvendi, inandı. "O güzel ellerine izin ver, ruhunun güzelliğini renklerle birleştirsin tuvallere döksün. Aynı yazıların da yaptığı gibi..."

Yazı, ruh güzelliğinin kelimelerle anlatımıysa; resim de renklerle, şekillerle ifadesi. Ortak özellilleri ise; kişinin kendisini yansıtması ve kendini ifade edecek bir ortam yaratmasıdır. İşte bütün bu nedenlerle bu siteyi kurmak istedim. Kendimi, yaşadığım yeri, yaşadıklarımı, düşüncelerimi, hayata bakış açımı yansıttığım yazılarımı paylaşabilmek ve paylaştıkça özgürleşebilmek için. Kim bilir belki zamanla resimlerim de yerini alır burada ;))