27 Mart 2012 Salı

Annelerim hakkınızı helal edin

Bazen soruyorum kendi kendime neden böyle bir yol seçtim diye; annenden-babandan, yakın arkadaşlarından uzakta yaban ellerde kendi küçük ailenle bir yaşam kurdun kendince. Bu sorunun cevabını onlar veriyor bana; “bizim de sana ihtiyacımız var” diye fısıldıyorlar kulağıma.


Moskova’da önce Allachka, sonra Maria; Paris’te Galachka ve şimdi Uvata’da* Jass. Hepsinin bir hikayesi var yaşama dair; hepsinin derteleşecek, omzunda ağlayacak bir varlığa ihtiyacı var. Hepsi kendince “iyi ki varsın Ayça, sende kızımı buldum, evladımı yaşıyorum sende” diyorlar sanki bana.


Bu nasıl bir evlatlık diye soracaksınız bana, sen önce iyi bir evlad ol da kendi annenin babanın yanında ol. Evet haklısınız; ama onlar beni bencil yetiştirmediler ki, kendilerinin de olmadığı gibi...


Bu dünyada herkesin bir görevi var, küçük gördüğümüz bir solucanın bile. Benim nasıl olmasın!


Alla, eşini, oğlu daha altı aylıkken kaybetmiş. Çok iyi bir balıkçıymış kendisi, ama bir fırtına paramparça etmiş bu güzel aileyi. O da yalnız başına kalakalmış küçücük bir bebekle. Ama yılmamış, çalışmış çabalamış oğlunu lise çağına getirmiş. Ve ona daha iyi bir gelecek verebilmek için bizim Moskova’ya gelişimize bir sene kala kapatmış küçük köyündeki evini, takmış koluna delikanlı oğlunu almış soluğu Moskova’da. Sonrasında da bizim küçük ailemizin bir parçası oluverdi. Neler neler öğrendim ondan, nelerime kol kanat gerdi, nasıl omuz oldum onun zorlu günlerinde... Minik Kuzum’un eve ilk gelişinde o vardı bizi evde karşılayan, bana ilk niniyi öğreten oydu yine. Onunla mecburiyetten yollarımızı ayırmaya karar verdiğimizde saatlerce göz yaşı dökmüştüm, onsuz yapamam ben diye. Ama gelen gideni aratmadı çok şükür.


Bu sefer Maria’ydı yeni annemin ismi. O, daha da kuvvetliydi, gencecik bir tanecik kızını Moldovya’da babasıyla yalnız başına bırakıp ona okul parası bulabilmek adına Moskova’ya gelmişti. Babaya güvenemiyordu, çünkü aldatılmıştı bir kere, üstüne alkolikti! Ama ne var ki mecburdu. Tek para kazanabilecek kişi oydu ailede. Babayla bir anlaşma yapmıştı; o kızına çok iyi bakacaktı, o da onu boşamayacaktı! Genelde bunu erkekler yapar di mi, ama işte onlardan bile güçlüydü o. Kızının üniversiteye hazırlık sınavlarıyla benim master’a hazırlık aşamam aynı döneme rast geldi. Beni rahat ettirdikçe, benim çalışabilmemi sağladıkça kendi kızına yardım ettiğini hissediyordu, onun için yemekler hazırlıyor, dualar ediyordu. Çok kısaydı onunla maceramız ama çok yoğundu. Geldi çattı ayrılık vakti. Yedi senelik Moskova’m, “artık gitme, başka ufuklara yelken açma vakti geldi” diyordu bana. Benim gelin evimdi, ilk işimdi, Kuzuş’umu kucağıma aldığım yerdi orası. Benim ilk’lerimdi. Ama bana çok şey öğreterek yolculadı beni. Bana yön verdi, bana kim olduğumu gösterdi. Havaalanında iki annem, Alla ve Maria göz yaşları içinde “sen merak etme biz seni gittiğin yerde de koruyup kollayacağız, sana öyle birini göndereceğiz ki aklımız sende kalmayacak” der gibiydiler. Öyle de oldu. Bir anne bir şeyi yürekten isterse onu yapar! Bize öyle bir anne gönderdiler ki, bana annelik Kuzum’a büyük annelik yaptı.


Çok sevdiği eşini kanserden kurtarıp kalp krizine yenik düşürmüştü. Yere göğe sığmaz oldu, iki tane aslan gibi evladını bırakıp başka ufuklara yelken açmaya karar verdi. Minsk’te biricik eşinin yokluğunda aldığı her nefes ona azap veriyordu. O da dünürlerinin yardımıyla Paris’te aldı soluğu. Belarus’un ve tüm eski SSCB’nin en büyük silah dürbünü merceği üreten fabrikanın en üst yöneticilerinden biriydi o. Ama bir anda her şeyden vazgecti, Paris’te birkaç ailenin çocuklarına matematik dersi verdi önce. Sonra da bize annelik yapmaya geldi. Hep derdi ki: “Ayça seninle konuşurken sanki biricik kızımla konuşuyormuş gibi hissediyorum, Dasha’mı severken kendi torunlarımı kokluyorum sanki”. O da torun hasreti çekiyordu aynı bizimkiler gibi. Ne garip di mi, biz yaban ellerde hiç tanımadığımız birinden büyükanne sıcaklığını alıyoruz o da hiç tanımadığı birinin evladını bağrına basıp torunum diye seviyor... Onunla ayrılışım hiiiç kolay olmadı. Kendi annem şahit hıçkıra hıçkıra ayrıldım ondan, bu sefer de kendi Kuzu’m yanıma gelip “cici cici cici” diyerek kendince bana her şey çok güzel olucak diyordu.


Ve Uvata, nasıl bir çılgınlık bendeki, bizdeki. Kuzey yarımküre dar geldi, bir de güney yarımküre’ye gidelim dedik. Sanki anamıza babamıza az hasret çektirdik. Ama dedim ya, onların da ihtiyacı var diye...


Oğlunun hastalığına çare bulmaya, onun ilacını karşılayacabilecek, onu iyi bir devlet ananın vatandaşı yapmak için buralara gelmiş. Öncesinde kızı gelmiş buraya okumaya sonra evlenmiş ve buranın vatandaşı olmuş. Anne de oğluna bir derman ararken kızının yanına gelmeyi iyi bir seçenek olarak görmüş; ama nerden bilebilirmiş ki; kızı dediği kişi, yediğinin parasını ondan isteyeceğini, her bir tartışmada kardeşinin ve kendisinin tüm eşyalarını alıp kapının önüne atacağını, bir de üstüne üstlük sürekli babasının onu boşuyacağını söyleyerek tehdit edeceğini...Ve bunun gibi daha bir sürü şey. Hint geleneğinde boşanmak yok, defalarca aldatılmış olsan bile, kocanın 30 senedir eli sana değmese bile. Hastalıklı bir çocuk doğurmak büyük bir günah ve bunun tek sorumlusu anne, o çocuğa ömür boyu bakmak sadece onun görevi. Bir de üstüne eşinden ve kızından aşağılanarak yaşamak. İçi çok dolu, çok yaralı. Tek huzur bulabildiğim yer burası, sizin eviniz diyor. Sabahı zor ediyorum evde, bir an evvel kalksam da huzur bulduğum, omzunda ağlayabildiğim kızımın yanına gelebilsem diye dua ediyorum diye ekliyor. Kimseyle paylaşmadım ben bunları, kimse bilmiyor senin bildiklerini, neden bilmiyorum öyle bir sıcaklık veriyorsun ki bana annemi hatırlatıyorsun, ondan sonra bana onun gibi kollarını açan ilk kişisin sen” diye gözyaşlarına boğuluyor...


Evlad olmak, özellikle kız evlad, ve anne olmak, ikisi de aynı şey sanırım bazen evlatken anne, anneyken de evlat oluveriyorsun. Ne yüce bir duygu ne yüce bir makam. Annelerim hakkınızı helal edin!

* Uvata: Avustralya

3 Nisan 2009 Cuma

Not düşmek isterim...

Not düşmek üsterim; 02 Nisan 2009 Salı, lapa lapa kar yağıyor Moskova sokaklarına. Çatıların üstü yine, yeniden beyaz örtüsüne büründü! Dün gece başlayan kar, tertemiz olmuş sokaklara o güzelim beyaz gelinliğini tekrardan giydirmeye hazırlanıyor.

Peki bu muydu beklediğimiz? Günlerdir, haftalardır hayalini kurduğumuz bu muydu? O soğuk karların arasından bile ortaya çıktığında insanın içini ısıtan pırıl pırıl güneşin ardından bu muydu ödülümüz! Halbuki ne güzel de göz kırpıyordu bulutların arasından da olsa, “geleceğim bekleyin beni, o kocaman kalın paltolarınızdan kurtaracağım sizi” der gibi bir hali vardı. Oysa şimdi...

Fırtına şiddetlenmeye, lapa lapa sakince yağan kar taneleri birden tipiye dönüşerek insanın gözüne girmeye başlamıştı. Beremin üstüne kapüşonumu da örtüp soğuğa, rüzgara ve kara karşı koymaya çalışırken yere doğru bakan gözlerimin önüne çırılçıplak iki tane ayak çıkıverdi. Etrafıma bakmadan yürürken görmüş olduğum bu resim anlık bir ürküntü verdiyse de kendime gelip neler olduğunu anlamam çok da uzun sürmedi maalesef! İnsanın içini sızlatan bir şekilde önünden gelip geçenlere haç çıkartarak onlara dua ediyor ve haline acıyıp para vermelerini istiyordu! Ne yapmalıyım diye düşünmeye dalmışken karşımdan biri siyah diğeri beyaz, ellerinde kocaman ve buz gibi bira şişeleriyle kulaksız iki Tavşan beliriverdi! O yumuşacık ve sıcacık kürklerinin içinde ne kadar rahat ve huzurlu görünüyorlardı. Beynim henüz çıplak ayaklarla karın üstündeki adamın imajını algılamaya çalışırken bu iki alımlı ve güzel bayanın insanın gözünün içine giren tipide ve buz gibi havada nasıl rahat da biralarını yudumladıklarını izlemeye koyuldu. Diğer taraftan da beynim beni yargılıyordu. “Valla hayret yani Ayça’cığım beş buçuk senedir buradasın, karnı burnunda hamile bir bayanın bira içtiğini görmüş birisin, bu mu seni bu kadar şaşkına çeviren!” Doğru söze ne hacet...

Tipi ve rüzgar biraz olsun hızını kesmiş, yolda etrafıma bakarak yürüyebilmemi mümkün kılmıştı. Trafik ışıklarında karşıya geçmeyi beklerken önümdeki orta yaşlardaki çift, soğuk ve karların arasındaki bu uzun süren bekleyişi aşklarıyla ısıtmak istediler. O anda onlar için sadece ikisi vardı orada ve içlerini kaplayan o sıcacık öpüşleri. Yeşil yanmış, karşıya geçmeyi bekleyen tüm yayalar da onların rahatlarını bozmamak amacıyla, onların sağından ya da solundan ilerleyerek karşı tarafa geçiyorlardı. Onlar ise; bir sonraki belki de bir daha sonraki yeşil ışığı beklemek üzere dudaklarının birbirine vermiş olduğu hazzı yaşamaya devam ediyorlardı...

18 Kasım 2008 Salı

“O benim kollarım ve bacaklarım...”

Kadın ayrıcalıklı bir varlıktır sanki. Yumuşaklığı, şefkati, analık duygusunu, özveriyi, sadakati ve güzelliği içinde barındırır; ama sevdiğinin, çocuğunun, ailesinin kılına bir zarar geldiğinde de kaplan kesilecek kadar cesaretli, hırçın ve gözü pektir kadın. Evde, evi çekip çeviren, yemek pişiren, çocuğa bakan; işte, patronuyla dişe diş verilen emirleri yerine getiren; sokakta ise, laf atılan bir varlıktır kadın.

Zıtlıklar ülkesi olan Rusya’da kadın olmak da bazıları için dünyanın en güzel ve en rahat olgusu iken; bazıları için en büyük zorlukları aşmayı gerektiren, emek isteyen, meşakkatli bir olgudur, kadın olmak. Sokaklardaki karları temizleyen; rayından çıkmış troleybüsleri büyük bir güçle rayına sokmaya çalışan; üç-beş kuruş kazanmak için evinde yapmış olduğu turşuları sokaklarda satan kadınlar ya da belki istemeden seçtiği; ama hayatta kalabilmek uğruna -25 derecelerde ara sokaklarda bir arabanın farları karşısında kendisini beğendirmek zorunda olan kadınlar.

Kadının yeri ve önemi yatsınamaz bu ülkede. Belki de o yüzden Rusya’da, resmi bir bayram niteliğinde kutlanıyor 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Belki de bu şekilde kendilerini affettirebiliyor ve gereken önemi verebiliyorlar kadınlarına.

8 Mart’ın resmi bir bayram olmasının ve bu kadar önem teşkil etmesinin bazı tarihsel nedenleri de yok değil. Bunlardan biri Kishlansky, Geary ve O Brien’ın “Civilization in the West” adlı kitaplarında belirttikleri gibi 8 Mart 1917 tarihinde (Rus Takvimine göre 23 Şubat günü) 700’ü aşkın kadın işçi, süre giden savaşa ve mahkum edildikleri yoksulluğa karşı Çar II. Nikola’nın tahttan indirilmesi için işlerini bırakarak greve başlamış olmaları ve sürdürülen eylemin dördüncü gününde Çar’ın zorla tahttan indirilmiş olmasıdır. Bu eylemlere katılanlar arasında Aleksandra Kollantai, Inessa Armand ve Nadejda Krupskaya (Lenin’in Eşi) da bulunmaktadır. Petrograd’da Şubat Devrimini ateşleyen 8 Mart gösterileri bize Rus kadınının Rusya’nın geleceğinde ne kadar önemli bir rol oynadığını kanıtlar niteliktedir. Bir diğer tarihsel açıklama ise; Çarlık döneminde 8 Mart’ta kutlanan ve Çariçelere atfedilmiş bir gün olan “Purim Bayramı”dır. Komünist düzende Çarlık dönemine ait tüm bayramlar kaldırılıp yerlerine başka bayramların kabul edilmesiyle birlikte 8 Mart Günü’nde kutlanan Purim Bayramı Klara Tsetkin’in önerisiyle Uluslarası Sosyalist Kadınlar Günü olarak kabul edilmiş ve 1966 yılında Brejnev hükümeti döneminde de 8 Mart, Rusya’da resmi tatil olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Nedeni ne olursa olsun 8 Mart’ın Rusya için, Rus kadınları için ayrı bir önem taşıdığı aşikardır. Onlar, Rusya’yı ayakta tutan kollar, bacaklardır sanki. Aynı Rus’ların çok sevdiği ünlü ozanımız Nazım Hikmet’in söylediği gibi:

“Kimi der ki kadın,uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın,
yeşil bir harman yerinde
dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.Kimi der ki ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.Kimi der ki hamur yoğuran. Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal. O benim kollarım, bacaklarım. Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır.”

“Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla”

“Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla”
Sadece bir güne sığar mı sevgililer, sadece bir günle sevgi anlatılabilir mi, sadece bir günde vermek istediklerini verebilir misin sevdiğine? Bunların hepsi bahane, bu dünyada yalnız olmadığını birbaşına yaşamadığını bilmek önemli olan.

Novodeviçi Parkını bir ayrı sevmişimdir hep. Baharın sıcaklığıyla çiçeklenen dalların sudaki yansımasını, yazla beraber coşan yeşil ağaçları ve yavaş yavaş kahverengi paltosunu giyen dalları izlemek bana ayrı bir mutluluk vermiştir. Şimdi de bembeyaz örtüsüyle tüm sevenleri kucaklıyor; nehir üstünde paten yapanları, çocuklarını gezdiren aileleri ve buzun üstünde sevgilerinin vermiş olduğu sıcaklıkla sarmaş dolaş gezen sevgilileri kucaklıyor. Parkın güzelliğine kendimi kaptırmışken önüme iki tane güvercin konuverdi. Diğerinden daha irice ve daha koyu renkli olan, kendisini şişirerek garip sesler çıkartıyor ve daha ufak tefek olanın önü sıra giderek onu sıkıştırmaya çalışıyordu. Belli ki aşık olmuştu ve kendisini aşık etmek için kur yapıyordu. Kendisini kabarttıkça kabartıyor, herkesin aşık olduğunu anlamasını istercesine sesini yükselttikçe yükseltiyordu. Dişi olansa kendisini ağırdan satacak ya, hafif hafif yükselip sekiyor, az biraz ilerde yine sevgilisinin ona kur yapmasını bekliyordu. Onlara dalıp gitmişken “Я Тебя люблю Ксеня-Seni Seviyorum Ksenya” diyen bir ses, sessizliği delip geçti. Elinde üç tane kırmızı gülle; güzelliğinden oldukça emin, ağır ve edalı adımlarla yürüyen 15-16 yaşlarındaki bir genç kızın peşinden koşan bir Rus delikanlısının sevgisini haykırışı parktaki herkesi birden onlara kilitlemişti sanki. Affedilmeyi ya da aşkının kabul edilmesini bekleyen bu Rus delikanlısının haykırışı herkesi büyülemiş ve neler olucağını öğrenmek için park ahalisi sabırsızlıkla güzeller güzeli genç kızın cevabını bekliyordu. Herkes onları izleye dursun benim gözlerim, soğuktan yanakları kıpkırmızı kesilmiş, altlarındaki bezden dolayı badi badi yürüyen ve bize sevginin en masum, en güzel halini gösteren iki ufaklığa takıldı. Annelerinin boş ittiği pusetlerinin önü sıra elele tutuşmuş, kendi boylarındaki karlara bata çıka yürümeye çalışan; ama düşmemek için de birbirlerinin ellerini sıkıca kavramış iki ufaklığa. İşte o anda hiçbir canlının bu koca dünyada yalnız yaşayamayacağına; bir dost eline, bir sevgilinin dokunuşuna, bir güzel sevgi sözcüğüne ne kadar çok ihticayı olduğunu daha iyi anladım. Ve kulaklarımda Can Yücel’in şu dizeleri çınladı:

“Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla. Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla. Saat tıkırtısıyla...
Korkmam, geçinip gideriz biz mutluluğuyla, Ama;
‘Günün aydın, akşamın iyi olsun’diyen
Biri olmalı Bir telefon sesi çalmalı arasıra da olsa kulağımda.
Yoksa, zor degil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya, Ama;
‘Çaya kaç şeker alırsın?’Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...”

Bu benim ayıbım mı, düzenin mi?...

Yaşlanmak; belki de hepimizin çekindiği, korktuğu bir gerçeklik. Aynı doğmak ve büyümek gibi, o da hayatın ta kendisi. Ama asıl önemli olan yaşlandığında nasıl, nerde, kimlerle olacağın. Nasıl bir yaşlılığın seni beklediğini bilememek en büyük soru işareti belki de bu. Tüm gençlik yıllarımız boyunca bunun için çalışırız, işten elimizi eteğimizi çekme yaşımız geldiğinde rahat bir şekilde yaşamamızı sağlayacak olanaklara sahip olabilmek için. Peki ya bunu yapmak isteyip de yapamayanlar...

İnce, naif bir ses, Ayça Çalımer’le mi görüşüyorum diyor. “Ben konser biletlerinizi getirecek olan kuriyerim, kaçta evde olursunuz?” diye sözlerine devam ediyor. Konuşmasının inceliğinden oldukça etkilenen; ama bir o kadar da şaşıran ben, ortalama bir saat söyleyerek telefonu kapatıyorum. Adresin tam anlaşılamaması üzerine iki defa daha aynı kişiyle telefonda konuştuktan sonra bu kişinin kuriyerlik işine yeni başlamış, oldukça çekingen bir genç kız olduğuna kanaat getiriyorum. Anlaştığımız saat ve yerde kuriyerimle buluşmak üzere yola koyulduğumda telefonun karşı tarafındaki sesin zarifliği yol boyunca benimle beraber geliyor. Buluşma noktasına geldiğimde gözümde canlandırdığım gibi bir genç kız yerine elinde konser bileti zarfıyla bekleyen belki görüntüsünden daha genç ama en az 70-75 yaşında gösteren bir “teyze” karşılıyor beni.

Soğuktan buz kesmiş ellerini eldivenlerinin içinden çıkartırken ki göstermiş olduğu özeni, zarfın içindeki biletleri bana uzatırken ve gerekli belgeleri imzalatırken de sürdürüyor. “Eller insanın aynasıdır” deyişi kulaklarımda yankılanıyor birden. Soğuktan, yaşlılıktan ve belki de en kötüsü hayatın zorluğundan buruşmuş bu eller, “ben bir zamanlar kaç tane erkeğin gönlünü çaldım, ne şiirler yazıldı benim için” der gibi, zarif, naif ve güzeldiler. Uzun süren çekingenliğimi atıp bu yaşlı hanımefendinin yüzüne bakmaya cesaret bulduğumda, gözlerindeki bakış beni karşısında daha da ezik bir hale getiriyor. Her şeye rağmen o güler yüzündeki sevecen yaklaşımıyla birden kendisinin torunuymuşum hissini veriyor bana; ama bununla beraber de gelen bir utangaçlık duygusunu. Düşünün bir kere bu yaştaki bir insan, torunu yaşındaki birinin ayağına kadar gidiyor ve onun o saatte gelme bu saatte gel şımarıklığını çekiyor! Büyük ayağına çağrılmaz, yaşlılara her zaman hürmet göstereceksin, onlara saygıda asla kusur etmeyeceksin ve daha bunun gibi nice sözlerle yetişen ben, anneannesi-babaannesi yaşındaki bir teyzeyi ayağına kadar çağırıp ona kuriyerlik yaptırıyor! Acaba gerçekten bu benim ayıbım mı, yoksa buna neden olan düzenin ayıbı mı?!

Gözlerine bakmaya cesaret bulduğum ilk anda, bakışlarındaki yumuşaklık ve sözlerindeki nezaketlikle, zarifliğiyle “insan ne oldum değil ne olacağım” deyişini bir kez daha bana hatırlatmış oluyot. Gençliğinde böyle bir yaşlılık hayal etmemişti belki de, bir zamanlar paraya para demezken bir gecede bütün varlığını kaybederek torunlarıyla sıcacık evinde oturup, ona hizmet edilmesini bekleyeceği yaşta o başka insanların ayağına hizmet götürmeye gideceğini düşünmemişti! Hangimiz böyle bir yaşlılık hayal ediyor ki...

Saygı Duyuyorum...

Moskova belki de en sıcak yazlarından birini yaşamaya hazırlanıyor, hatta yaşamaya başladı bile. Sokaklar, roller-blade’li ve bisikletli gençlerle dolup taşarken; parklar bahçeler de küreğini kovasını almış çocuk sesleriyle canlanıyorlar. Sadece çocuklar ve gençler mi; yedisinden yetmişine herkes rengarenk çiçeklerle bezenmiş parkların, bahçelerin ve daçalarının yolunu tutuyorlar. Akşam 11’lere kadar güneş ışığından faydalanabiliyor olmak da insanın içine ayrı bir mutluluk ve yaşama sevinci veriyor. İnsanın o parklardan bahçelerden çıkası gelmiyor.

Moskova; hemen hemen her bina kompleksinin arasında ağaçlıklı küçük yürüyüş yollarıyla, her mahallede irili ufaklı parkları ve bahçeleriyle, çocuk oyun alanlarıyla en çok yeşillik alana sahip büyük şehirlerin başında geliyordur sanırım. Bu parklardan bahçelerden bazıları oldukça bakımlı, bazıları ise kendi yağında kavrularak hayatlarına devam ediyorlar. Bakımsız olsalar da büyükşehrin keşmekeşliği içinde insana nefes aldırırken, doğayla başbaşa olabilmek için de imkan sunuyorlar. Bunlara en ilginç örneklerden biri belki de “Moscow City”nin gökdelenleriyle Mejdunarodnıy Otellerinin arasına sıkışmış oldukça büyük ama bakımsız bir bahçe olan Krasnaya Presnaya Bahçesi. Bahçe dediğime bakmayın siz, içinde yok yok! Çocuklar için şişme kaydıraklı oyun parkı mı isterseniz yoksa açık havada karting alanı mı? Hatta dönme dolap ve zincirli salıncaklar bile var; zincirleri paslanmış, boyaları dökülmüş, yanlarına kimse yaklaşmasa da. Ama var, önemli olan da bu sanırım. Zamanında yapılmış ve toplumun her kesiminden insanın rahatça kullanabilmesi sağlanmış. Şimdi de biraz elinden tutulmasını ve güzelleştirilmesini bekliyor.

Büyükşehirlerin kargaşalığı içinde insanlar çoğu zaman kendilerinden, sevdiklerinden uzaklaşıyorlar ve iş yaşantısının stresiyle beraber hayatın güzelliklerini yaşamayı unutuyorlar. İşte bu kocaman binaların aralarına sıkıştırılmış parklar, bahçeler hatta apartmanların önlerindeki küçücük ağaçlıklı yollar bile, insanların bir araya gelmesini ve doğanın güzelliklerini en yakından yaşamasını sağlayan yerler. İstanbul da Moskova gibi devamlı yapılanma içinde olan bir büyükşehir; ama kaç tanesinin önünde küçük de olsa bir yeşillik alanı, kaç tane mahallede çocuk parkı var? İşte o kocaman binaları dikerken oralarda yaşayacak insanların doğadan uzaklaşmasını engelleyen ve insana hayatın güzel yanlarını da gösteren bu düşünce yapısına saygı duyuyorum.

“Moda tekerrürden ibarettir”

Rusya’da “moda haftası” başladı. 1-8 Nisan tarihleri arasında ünlü markalar yeni kreasyonlarını sunmak için Moskova’dalar. Biz ilkbahar ve yaz için hazırlıklar yaparken, ünlü modacılar 2008 sonbahar-kış koleksiyonlarıyla moda severlerin karşısına çıkmaya hazırlanıyorlar. Artık moda deyince sadece kadınlar aklımıza gelmiyor. Günümüzde erkeklerin de çok büyük bir kısmı modayı yakından takip ediyor ve gelişen yeni trendlere ayak uydurmaya çalışıyor. Bunun yanında çocuklar bile ailelerinden moda olan markalaları isimleriyle istiyorlar. Kısaca moda, 7’den 70’e herkesi kıskacına almış durumda.

Moda ve moda olanı giymek bazı zamanlarda yakışanı giymekten bile öteye geçebiliyor. Hatırlıyorum da düşük belli pantolonlar ve etekler moda olduğunda “bu nasıl giyilir böyle, çok rahatsız, bana hiç yakışmadı” gibi cümleler herkesin ağzındaydı. Oysa şimdi sokakta düşük bel pantolon giymeyen kadın ya da erkek göremezsiniz. Hatta bu tarz pantolonlarda kantarın topuzunun kaçtığı zamanlar da olmuyor değil! Ama sanırım bu seneden itibaren artık bu şekilde nahoş görüntülerle daha az karşılaşacağız. Moda tekerrür ediyor ve on sene önceki pantolonlarda, eteklerde, montlarda “yüksek bel modası” yeniden “moda” oluyor.

Geçen seneden itibaren yeniden hayatımıza giren “yüksek bel modası” bu sene artık daha hızlı bir şekilde kendisini vitrinlerde gösteriyor ve alıcısını bekliyor. Her şeyde başı çekmesine alıştığımız gençler, bu yeni modaya biraz tedirgin yaklaşıyorlar. Denedikleri kot pantolanların kesimleri alışkın olduklarından oldukça farklı. Şu anda yaklaşık olarak 16-17 yaşlarında olan nesil, “düşük bel” modasıyla büyüdü. Giyim, hayat tarzları, hatta vücutları bile buna uygun olarak gelişti. Mağazalarda hepsinin ağzında “ama böyle de pantolon mu olur, kemeri bu kadar yukarı takamam ben vs...” gibi sözler duymak çok mümkün. Bakalım “düşük bel” nesli yüksek bele ne kadar zamanda alışabilecek?

Laf düşük belli kıyafetlerden açılmışken geçen gün duyduğum haberi de söylemeden geçmek istemiyorum. Hepimizin bildiği ideal kadın ölçüsü olan 90-60-90, düşük bel modası nedeniyle son beş sene içinde değişime uğrayarak 85-63-93 olmuş. Bu sonuçlar, modanın hayatımızda ne kadar etkin bir rol oynadığının da kanıtı sanırım. Aynı ünlü modacının dediği gibi: “Ne modayla yapabiliriz ne de modasız. Moda öyle kötüdür ki, onu her altı ayda bir değiştirmek zorunda kalırız”.