18 Kasım 2008 Salı

Bir film seti gibi

Moskova’ya turist olarak gelenlere, gezmeleri tavsiye edilen yerlerden biri de Moskova Metrolarıdır. Belli istasyonların isimleri verilir, yapılan mozaikleri, heykellerin ihtişamını, metro hatlarının büyüklüğünü, yerin ne kadar kat altına inildiğini mutlaka görün denir. Peki ya metronun içindeki yaşam, günde beş milyondan fazla insanı taşıyan bu vagonlardaki insan portreleri? Metrodaki insanları görmeden bir turist nasıl Moskova’yı gezdim, gördüm; beğendim-beğenmedim diyebilir?

Bana göre, metro Moskova’nın bir aynasıdır sanki. Sizi gerçek hayatın içine çeken; çirkini güzeli bir arada gösteren; siz baktıkça, ilgilendikçe önünüze neler neler çıkaran; hepsi birer roman konusu olacak hayat hikayelerini sunan bir ayna. Buraya tuzu kuru olan kesim pek rağbet etmez. Burada Moskova’nın şatafatını göremezsiniz; gerçekten çalışmak zorunda olan, ekmeğini taştan çıkartmak için sabahları uykulu gözlerle işine gitmeye; akşamları da yorgun-bitkin ve düşünceli bir halde evine dönmeye çalışan kesim vardır. Sabahları; kimisi, ortamın kötü kokusundan, bunaltıcı havasızlığından, bitmek bilmeyen uzun yolculuk süresinden elindeki kitabıyla uzaklaşmaya; kimisi ise, sıcacık yatağındaki doyamadığı uykusuna burada devam etmeye çalışır. Ama konuşan görmek zordur! Herkes sadece kendisiyle, kendi işiyle ilgilenir. Akşam dönüş saatleri de pek farklı değildir, sadece aralarında konuşanların sayısı biraz daha artmıştır o kadar. Bir de içkiden gözleri davul gibi olmuş, ayakta bile durmakta zorlananların sayısı sabahtan akşama hayli yükselmiştir.

İşte bunlardan biri; elinde sanki bir bebeğin biberonunu tutarcasına sımsıkı tuttuğu pet bira şişesiyle bir adam giriveriyor vagona. Gözleri şiş, yüzü kıpkırmızı, yalpalaya yalpalaya kendine bir yer bulmaya çalışıyor. Yanında ise, yüzünden hayatın bütün sıkıntılarını omuzladığı anlaşılan, görünüşünün vermiş olduğu yaşlı ve yorgun ifadeye rağmen oldukça genç bir kadın kalabalığın ortasında yere düşmesin diye sımsıkı kocasını tutuyor. Ve kocasının o sarhoş haliyle, herkesin ortasında yaptığı el şakalarına dayanmaya; bir yandan da kucağındaki bebeğini tutmaya, onun ağzına ekmek tıkıştırmaya çalışıyor. Hemen ortamızdansa tekerlekli sandalyede ilerleyen asker kıyafetli, iki bacağını ve tek kolunu kaybetmiş biri geçiyor, elindeki kutuya para atmamızı isteyerek.

Hayat bu kadar kötü ve zor mu diyeceksiniz Moskova’da, hayır tabi; ama yaşayabilene! Güzel şeyler de olmuyor değil elbette. Ben çevremi izleye dururken, yanı başımdaki alımlı Azeri kızıyla ayakta duran yağız Kafkas delikanlısı arasında çoktan mercimek fırına verilmiş bile. Delikanlının kıza yer vermesiyle başlayan konuşma karşılıklı iltifatlaşmalara, telefon alışverişine ve vagondan beraber elele çıkmaya kadar devam ediyor. Metroda aşk başka oluyor!

Dedim ya, metro, sizi gerçek hayatın içine çekiveriyor; sanki bir film stüdyosuna girmişsiniz ve her köşesinde ayrı bir film çekiliyor gibi. Birden oradaki tüm hayatları yaşar, tanık olursunuz. Hepsi size bir şeyler anlatır Moskova’yla, hayatla ilgili. Çıktıktan sonra da kendi hayatınıza kaldığınız yerden devam edersiniz.

Hiç yorum yok: